Geçtiğimiz günlerde, Aksaray Üniversitesi’nin davetlisi olarak “Gelenek ile Modern Arasında Mehmet Akif Ersoy” adlı bir konferans verdim. Konferansın ardından bazı dostlar konuşmanın metnini talep ettiler ancak malumunuz ben ne derslerimde ne de konuşmalarımda metin kullanmıyorum. Herhangi bir hazırlık da yapmıyorum. Hangi konu olursa olsun bizim hazırlığımız yıl boyu okuduğumuz kitaplar, onlardan aldığımız notlar, o notları birleştirerek oluşturduğumuz yazılardır. Okuma daimi olunca özel okumalara da gerek kalmıyor. Bununla birlikte, konuşmadan önce zihnimde neyi, hangi sırayla, nasıl anlatacağıma dair üç beş dakikalık bir plan yapıyor, sahneye çıkınca da üç aşağı beş yukarı o plan dahilinde konuşuyorum. Sahneden indiğimde söylemeyi unuttuğum bazı hususlara yönelik ufak tefek teessüf kırıntıları zihnimi rahatsız etse de bizim gibi eski nesiller doğallığın mazarratlarını doğanın zaafı değil zorunlu sonucu addettiğinden bunun da üzerinde o kadar durmuyorum. Haddizatında cep telefonu, bilgisayar benzeri zihnin işlevini çalarak onu kötürümleştiren, hafızaya kısa devre yaptıran araçların üretiminden önceki nesil olduğumuzdan irticali konuşmak bir itiyat, hatta bir huy haline geldi, sonra belki de karaktere dönüştü, kim bilir. Elbette, konuşma sonrası etrafıma doluşan dostlara bunlardan uzun uzun bahsetmedim. Onun yerine, bu haftaki köşemde konferansın özünü dile getiren bir yazı yazacağım sözünü verdim.

Gelenek deyince ilk elden anlamamız gereken husus, yaşanmış olanın hafıza yoluyla geleceğe aktarılmasıdır. Gelenek bundan dolayı zaman içindeki yolculuğunu, bir nesilden öteki nesle geçişini toplumsal hafızaya borçludur. Bireysel anlamda birinin özgeçmişi ile toplumsal anlamda gelenek aynı mekanizmaları çalıştırır. Böylece bireyin olduğu gibi toplumların da tarihleri onların bugününü etkiler, bakışlarının merkezine dönüşür, bir anlamda omurga işlevi görür. Geçmişte yaşanmış olan deneyimler, aynı hataları yapmamanın garantisini vermezler belki ama çok ciddi uyarı işlevi görürler. Gelenekler de tıpkı hatıralar gibi bugünü şekillendirmekle kalmaz, geleceğe atılan her adımda belli belirsiz bir şuur ortaya koyarlar. Ancak bazen, nesilden nesle aktarılırken işlevlerini yitirir, ortaya konulma gerekçelerinin dışına çıkar ve bırakın deneyimlerinden feyiz almayı, insanın ve insanlığın üzerine bir yük gibi abanır, belini bükerler. Bu sebepten nasıl geçmişimizle hesaplaşıyorsak belli dönemlerde geleneklerimizle de hesaplaşmalı, yolumuzu belirginleştiren, zihnimizi açan, hayatımızı kolaylaştıranları muhafaza edip yolumuza taş koyan, zihnimizi körelten, hayatımızı zorlaştıranları atabilmeliyiz. Aksi takdirde geleneğe mahkumiyet de gelenekten yoksunluk kadar insanı insan olmaktan çıkarabilir. Bir başka ifadeyle geçmişini bilmeyen geleceğini kuramaz belki ama geçmişe saplanıp kalanın da geleceği karanlık olur. Bilinenin aksine Akif bu yönüyle katı bir gelenekçi değil, asla değildir. O geleneğin sakız gibi çiğnene çiğnene özünü nasıl yitirdiğini, kabukta temsil edildiği için inançtan nasıl koptuğunu şu sözlerle dile getirir: “Harabeler, çamur evler, çamurdan insanlar; ekilmemiş koca yerler, biçilmiş ormanlar; durur sular, dere olmuş hela-yı cariler; sıtmalar, tifolar, türlü mevt-i sarieler; hurafeler, üfükürükler, düğüm düğüm bağlar; mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar; dönün de atıl olan Şark’ı seyredin: Ne geri! Yakında kalmayacak yeryüzünde belki yeri!” Bu ve benzeri yüzlerce mısra boyunca Akif Doğu-İslam dünyasının batıl inançların, yanlış geleneklerin etkisinde nasıl geri kaldığını örnekleriyle hatırlatır ve bize yaramayacak olan geçmişin kirlerini üzerimizden atmamız gerektiğine dikkat çeker.

Akif’in öze dönüş için müzakere ettiği ve kurtuluş çaresi olarak gördüğü şey, bu yüzden gelenek değildir. İnancın tazelenmesi, ahlakın yeniden kurulması, insanca bir toplum inşa edilmesi için vazgeçilmez olan bilim, teknik, kültür ve sanata yönelmek, bunları toplumsal hayatın merkezine taşımak gerekir. İşte modernleşme düşüncesi tam da bu noktada devreye girer. O kendi sözleriyle hiçbir zaman “ilim düşmanı, marifet düşmanı, terakki düşmanı” olmamış, bilakis “Alınız ilmini Garb’ın alınız sanatını; veriniz hem de mesainize son sür’atini; çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız; çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin, yalnız, iyi hatırda tutun ettiğim ihtarı demin; bütün edvar-ı terakkiyi yarıp geçmek için, kendi mahiyet-i ruhiyeniz olsun kılavuz; çünkü beyhudedir ümmid-i selamet onsuz” der. Batı dünyasının gündelik hayattaki yozlaşmasına, insan fıtratına yönelik saldırılarına, dünyevileşme konusundaki savrukluğuna rezerv koymakla birlikte bilim, sanat, teknik, hatta edebiyat alanındaki yeniliklerine kucak açar ve bunu ülkenin gelişimi için zorunlu addeder: “Heriflerin hani dünya kadar bedayii var; ulumu var, edebiyatı var, sanayii var; giden birer avuç olsun getirse memlekete; döner muhitimiz elbet muhit-i marifete” der. Bu son sözler onun modernleşmeye nasıl baktığına dair ciddi ve kristalize edilmiş fikirleri barındırmaktadır. Akif sadece bilim ve teknik alanında değil, sanat ve edebiyat sahasında da Batı’nın güzelliklerinin alınması gerektiğine inanmaktadır. Meseleyi biraz daha ileri taşıyarak Batı’nın meslek ahlakını örnek gösterir ve Almanlar üzerinden iş ahlakının Türkiye’de yerleşmesi gerektiğine inanır.

Bütün bunlardan çıkardığımız sonuç şudur: Akif gelenek konusunda da Batı modernleşmesi konusunda da toptan kabul veya retçi bir tutum sergilemez. Tam tersine her ikisine de temkinle bakar ve rasyonel bir seçmeyi salık verir: Geleneğin koflaşmış ve insan zihnini dumura uğratan çağ dışı taraflarını ve modernleşmenin insan fıtratına aykırı, maddeci yönlerini atarak her ikisinin de insanca değerlerini benimsemek, yeni bir insan modelini de yeni bir toplum modelini de bu ayıklama üzerinden inşa etmek…