Kafeste doğan kuşlar için gökyüzü neyi anlatır? Uçmayı unutanların kanat küçülmesinden kim sorumludur? Kimler, kimler göğü küçültüp kafesin hizasına indirgemiştir ki? Tüylerimizi ağırlaştıranlar, bize ince yelleri yasaklayanlar kimlerdir? Kimler, kimler özgürlük aşığı kuşları alıp o metallerin gerisine koymuştur ki? Kaderimize hükmedenler kimlerdir? Mutluluğumuzu çalanlar, onun yerine el çabukluğuyla sefaleti koyanlar kimlerdir? Bize nasıl yaşamamız gerektiğini sormadan yaşam dayatanlar, keyfimizin buyurgan elçileri kimlerdir? Hangi kuş kendi isteğiyle döner dolaşır, o parmaklığın gerisine girer ki? Hangi kuş bir ömür dünyayı kafesten ibaret görmek ister, o daracık alanda kısa paslaşmaları keyif addeder, orada doğup orada ölmeye rıza gösterir ki? Bayırları tanımayanlar, çimenlerin kokusunu nasıl alsın? Su kenarlarına konmayanların, konamayanların kasedeki suları göl sanmasından daha doğal ne var? Çimenlerin değerini kuru ot talimi yapanlar nereden bilecek? Ve kafesin sahipleri… Kuşları göğünden söküp almanın kaygısını neden gütsün ki? Bazıları için eğlencedir diğerlerinin solmuş, soldurulmuş, küçülmüş, küçültülmüş hayatları… Bir hayata karşı anlık bir müzik, bir hayata karşı küçük bir temaşa, bir hayata karşı küçük bir şakıma, bir hayata karşı solmuş, soldurulmuş, küçülmüş, küçültülmüş sayısız hayat…
Varılan noktada, hepimiz kendi kafesinden dışarı bakan yorgun kuşlarız… Hayır, uçmaktan değil, bakmaktan yorulan… Hayır, göğü tanımaktan değil, tanımamaktan yorgun… Hayır, taze çimen yemekten değil, kuru otları çiğnemekten, bir daha, bir daha aynı otlara talim etmekten… Ve üstelik bilmediğimiz, görmediğimiz için geniş alanlarda kanat çırpma hayalleri kurmuyor, kuramıyoruz. Her hayal, parmaklıklara çarpıp yere düşüyor. Ve üstelik uyurken gözlerimiz açık ve üstelik gözlerimiz açıkken uykulu… Rüyayı gerçek, gerçeği rüya sanıyoruz. Kendi rüyamız bile değil, başkalarının, kafes sahiplerinin rüyalarını üstelik kendi gerçeğimiz sanıyoruz. Vaatlerle hayallerimizi takas ettiğimizden beri gök bile, göğün kendisi bile, özgürlüğümüzün yegane teminatı olan o sonsuz boşluk bile düşman görünüyor bize. Göğü düşman gören bu gözler bize mi ait sahi? Kendi özgürlüğünün düşmanı olan kuşlar mıyız biz?.. Kaşla göz arasında bakarak kör, körcesine bakmaya ayarlanmış kuşlara dönüştürdüler bizi. Gözlerini her açtığında menzili kafes olan, duvar olan bizler için mesafe ne kadar geniş olabilir? Kafese, kafeslere öylesine alıştık, alıştırıldık ki hasbelkader bir gün kapısı açılsa bile gitmek istemeyeceğiz. Hiç gelmeyen, gelmeyecek olan, aslında olmayan vaatlerin zehirlediği hayatlarımız var. İçi boş sloganların; kuru, kupkuru demeçlerin ışık hızıyla şişirdiği gövdelerimiz onlar çekip gidince nasıl da soluyor, soluklaşıyor, bir deri bir kemik kalıyor öyle… Ve böylece, bu daracık mekanda mecalsiz kalan bedenlerimiz, enerjisi soğurulmuş ruhlarımız, ışığı alınmış zihinlerimiz gün gelip sürgüler çekilse, kapı açılsa “hadi çıkın, özgürlüğünüze koşun” dense yerinden kıpırdayabilecek mi acaba? Kafesini yitirmenin kaygısı özgürlüğe ulaşma hayallerini çoktan yendi ve biz, işte bu yüzden daha yarış bitmeden yenildik… Biz yenildik ve çocuklarımız da yenilgilerimizin kurbanı oldu. Biz yenildik ve onlar da mağlup sayıldı…
Bir kuş, kanatlarıyla vardır, ayaklarıyla değil. Bir kuş uçarak kuştur, yürüyerek değil. Bir kuşun sevinci göğü süslemektir, parmaklıkların gölgesini gövdesinde hissederek değil. Uçmanın tadıdır bir kuşun sevinci, kıvancı… Uçmak, kafesin içine dahil değil. Ve üstelik uçmadan nasıl bileceğiz gücümüzün sınırlarını? Ve üstelik kendimizi görmek için de büyük sulara ihtiyacımız var, aynalara değil. Ve üstelik bize yaklaşan bütün rüzgarlar engellendi. Bize yönelen ışığın önüne duvarlar çekildi. Daha ilk yelde sarsılmamıza neden şaşmalı ki? Gözlerimize konan ışığa düşman olmamıza neden şaşmalı… Ve üstelik ampulü güneş sandık, güneşe düşmanlığımız şaşılası değil. Işık mı dediniz? Işığın yönü yok ki her taraf karanlık koktuktan sonra. Işık mı dediniz, bizden önce vardı belki, bizden sonra gelir belki ama bizimle var değil. Gözlerini kapatanlar için hangi ışık rengin bilgisinden bahsedebilir?
Uçması engellenince kanatları küçülür kuşların ve küçüldü... Kimi kafese mahkum, kimi uzak diyarlara sürgün… Uçmaya zorlanmış tavuklar göğündeyiz şimdi, kendini kuş, gıdaklamayı şakımak sanan, göğüsleri kabarmış o iri gövdeler çağında... Ayakları büyüdü kuşların, şarkı söylemeyi unuttular ve şimdi bir kafesin içinde hınçla, öfkeyle volta vuruyorlar. Kanatları büyüdü tavukların ve şimdi yürümek yerine uçarak caka satıyorlar. Bilmiyorlar ki hiçbir gök ilanihaye tavuk gövdesini taşımaz, taşıyamaz, tahammül edemez… Tuhaf bir zamandan geçiyoruz dostlar, göğün tepesinde kanat çırpan tavuklar, kafesin içinde kanatları kırık kuşlara kibirle bakıyor. Tavuk gıdaklamasının şarkıya dönüşmeyeceğini bilmiyor mu sanki gökler? Ve onların, göklerin de bir hesabı var. Gün gelince defterler açılacak, hesaplar görülecek. Gelgelelim manzara şu: Alışık olduğu kuşları çağıran gök de acı çekiyor, kanatları ağır olduğu için uçmakta zorlanan tavuk da acı çekiyor, kafesinden dışarı çıkamayan, çıkarılmayan kuş da… Çözüm o kadar basit ki oysa. Göğü rahat bırakın, kuşları göğe salın, tavukları kümeslerine yollayın baylarım, hepsi bu. Ancak aptallar tavuk sesinden beste üretmeye kalkar…