Bir zamanlar oldu, evet, öyle zamanlar ki coğrafyamızın üzerine çöken sisler, adeta bir hayalet kefeni misali her yanı sarıp sarmalamış, uzayan gölgeler ruhlarımızın en ücra köşelerine dek sızarak iliklerimize işleyen bir ayazı beraberinde getirmişti. Her köşe başında bir vaveyla yankılanır, her yürekte dilhun bir bekleyişin o kahredici ağırlığı çökerdi. Milletimizin o heybetli gemisi, azgın fırtınaların tam ortasında, pusulası kırık, rotası kayıp, bir o yana bir bu yana savrulan çaresiz bir sal gibiydi. Bu, yalnızca bedenlerin değil, ruhların da fırtınasıydı; umut filizlerini acımasızca koparan, gönülleri meyus bir bekleyişin karanlığına hapseden, kasvetin mürekkebiyle çizilmiş bir tabloydu bu. O günlerde, en basit hakikatler dahi sisler ardında yitip gitmiş, bir selamın içten sıcaklığından, komşuluk hakkının o kadim kutsallığına, verilen sözün bir namus borcu sayıldığı o toplumsal çimentomuz olan erdemler dahi, sanki birer birer eriyip gitmişti. Vicdanın o incecik, o hassas ibresi, bir fırtına yaprağı misali pervasızca salınıyor, ahlaki kutup yıldızımız, sanki ebediyen sönmüşçesine yoğun bulutların ardında yitip gitmişti. Bu, bir milletin topyekûn imtihanıydı; yolunu şaşırmışlığın, istikametini yitirmişliğin o derin, o sancılı girdabında çırpınışıydı. Ve bu buhran, yalnızca siyaset meydanlarındaki bir kargaşa olmanın çok ötesinde, gündelik hayatın en mahrem köşelerinde adaletin ve hakkaniyetin lime lime edildiği, güven duygusunun kökünden sarsıldığı bir toplumsal çözülmenin acı çığlığıydı. Bu ahlaki çöküşün ve zihinlerdeki o korkunç karmaşanın ördüğü ağ, toplumun can damarlarını tıkıyor, her bir ferdi dipsiz bir belirsizlik kuyusuna itiyordu. “Kırık pusula” metaforuyla anılmaya mahkûm bu karanlık dönem, sadece bir yön kaybının değil, aynı zamanda vicdanların nasırlaştığı, ahlakın can çekiştiği derin bir erozyonun da habercisiydi. Milletin yalnızca bedenen değil, ruhen de sınandığı bu çetin süreçte, meselenin kuru bir yön bulma çabasından ibaret olmadığı, aksine, en temel ahlaki direklerin temellerinden sarsıldığı bir varoluşsal krize işaret ettiği, vicdanı olan herkes için gün gibi aşikârdı. O “kırık pusula”, hem bir seyrüsefer aletinin iflasını, hem de insanın içindeki o ilahi rehberin o sessiz, o mahrem fısıltıyla neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bildiren o iç sesin suskunluğunu, hatta ölümünü simgeliyordu. İşte bu acı tablo, ilerleyen satırlarda ruh üfleyeceğimiz “Hakikat” ve “Adalet” mefhumlarının neden bir hayat memat meselesi olduğunun da sarsıcı bir girizgâhıydı; zira yitirilen sadece bir istikamet değil, üzerine basıp yükseleceğimiz ahlaki zeminin ta kendisiydi. Bu kasvetli manzarayı tüm çıplaklığıyla ruhumuzda hissetmek, ardından gelecek o muhteşem aydınlığın, o görkemli yeniden doğuşun ne denli büyük, ne denli mucizevi bir dönüşüm olduğunu daha bir derinden, daha bir hayranlıkla idrak etmemizi sağlayacaktır; unutulmamalıdır ki, en zifiri karanlıklar, en parlak şafağın müjdecisidir. En temel insani hasletlerin dahi birer birer sorgulandığı o boğucu atmosfer, ahlaki çürümüşlüğün ulaştığı o korkunç uçurumu gözler önüne sererek, ihtiyaç duyulan çözümün ne denli köklü, ne denli sarsıcı olması gerektiğini adeta haykırıyordu.  

Lakin, her gecenin koynunda bir sabah saklı olduğu gibi, bu zifiri karanlık, bu dipsiz ümitsizlik de ebediyete kadar sürmeyecekti. Fırtınalı denizlerdeki o görünüşte sonu gelmez, o kahredici seyir, milletimizin çelikten iradesini ve o çağlar ötesinden süzülüp gelen köklü ferasetini köreltmek şöyle dursun, tam aksine, bir elmas ustasının elinde parlayan bir cevher misali daha da bilemişti. O zorlu, o meşakkatli günler, belki de bazı hodbin ruhların, nefsani çıkarların gölgesinin daha bir uzadığı anlara da tanıklık etmiş olabilirdi; lakin milletin sinesindeki o kolektif irade ateşi, bu türden ayrık otlarını, bu zehirli sarmaşıkları bir bir yakıp kül ederek daha da gürleşmiş, daha da heybetlenmişti. Bu, edilgen bir sineye çekiş, çaresiz bir boyun eğiş değil, tam manasıyla aktif bir idrak ediş, bir ders çıkarış ve yeniden ayağa kalkış süreciydi. O “kırık pusula” benzetmesiyle yüreklerimize kazınan o meşum dönem, aslında, hakiki kuzeyin o şaşmaz parıltısını bulma arzusunu daha da kamçılayan, daha sağlam, daha sarsılmaz bir istikamet tayinine zemin hazırlayan bir “tecrübe mektebi” olmuştu; hem de ne mektep! Bu çetin mektepte, ruhlara kazınan en büyük derslerden biri, belki de, birliğin ve beraberliğin o sarsılmaz kalesinin, en azgın fırtınalara, en kahredici kasırgalara bile direnebilecek yegâne sığınak, yegâne liman olduğuydu. Bu ateşten imtihandan geçiş, milletimizin o asil ruhunda, o cevherinde saklı olan direncin, her türlü badireyi, her türlü musibeti aşma kabiliyetinin de altın harflerle yazılmış bir nişanesiydi. Kriz, yalnızca bir sorunlar yumağı, bir kördüğüm olarak kalmamış, aynı zamanda umut dolu bir fırsatlar penceresini de aralamıştı. “Alevlendiren” kelimesi, burada, pasif bir bekleyişin o miskin rehaveti yerine, aktif bir arayışın, bir silkinişin, bir diriliş meşalesinin tutuşturulduğunu müjdeler. Bu “mektep”ten, bu irfan ocağından çıkarılan o kıymetli dersler, sonraki “aydınlanma”nın, o “yeniden ayarlanan pusula”nın o kutlu yolculuğunun olmazsa olmaz azığını, o sarsılmaz temelini oluşturmuştur. Böylelikle, krizin o ürkütücü sureti, bizatihi kendisi, çözümün o hayat bahşeden nefesini, yeniden doğuşun o muhteşem müjdesini içinde barındıran bir rahme, bir hayat pınarına dönüşmüştür. Bu, kaderciliğin o karanlık dehlizlerinde kaybolan, deterministik bir çöküş senaryosuna boyun eğen bir teslimiyet değil, tam aksine, iradi bir şahlanışın, sarsılmaz bir azmin ve tükenmez bir potansiyelin billurlaştığı bir sürecin ta kendisiydi. Krizin bir "irfan mektebi" olarak yeniden hayat bulması, menfi bir tecrübenin nasıl yapıcı bir kudrete, nasıl bir diriliş ruhuna dönüştürülebileceğinin en parlak timsalidir; bu, milletin edilgen bir kurban olmayı reddedip, kendi kaderinin dizginlerini eline alan aktif bir özne, şanlı bir fail olduğunu cümle aleme ilan etmesidir. Kolektif iradenin, okyanusları aşan bir güçle bireysel zaafların sığ sularını geride bırakarak daha da kuvvetlenmesi ise, toplumsal dayanışmanın o kutsal harcının, o ortak ülkünün, en çetin imtihanlardan dahi alnının akıyla çıkmanın, zafer taçları giymenin yegâne anahtarı olduğunu ispatlar.  

Ve sonra, o irfan mektebinin koridorlarında yankılanan derslerin ışığıyla, usul usul, sanki bir fecir vaktinin o mahmur sessizliğinde, ümit filizleri çatlamaya başladı o zifiri karanlığın tam kalbinde. Fırtına, o azgın dev, yorgun düşüp sakinleşti; dalgalar, o hırçın atlar, uysallaşıp duruldu ve gökyüzünün o sonsuz atlasında, ezelden beri yolculara yoldaşlık eden kutup yıldızının o ilk titrek, lakin bir o kadar da kararlı, o cılız ama umut dolu parıltısı belirdi. Bastırılmış, sinelere gömülmüş umutların ve küllerinden yeniden doğan milli iradenin, adeta bir feveran ile, bendini yıkmış coşkun bir nehir misali çağlayarak ortaya çıkışına şahitlik edildi. Bu dönüşüm, tabiatın o basit, o mekanik bir döngüsünden ibaret değildi; bu, aynı zamanda bir iradenin, bir şuurun ve kutlu bir gayretin eşsiz bir eseriydi; pasif bir bekleyişin o uyuşturucu rehavetinin değil, bilinçli bir yönelişin, atılan kararlı adımların ve milletin kaderine sahip çıkan o asil dirayetin muhteşem bir sonucuydu. “Sanki görünmez bir el, o çalkantılı denizde yolunu şaşırmış gemiyi maharetle, şefkatle selamet limanına doğru yönlendiriyor, milletin o yorgun düşmüş kolektif ruhuna taptaze bir soluk, yeni bir hayat üflüyordu” ifadesi, belki ilk bakışta bir Hüsn-i Talil –yani, bir hadiseyi asıl sebebinden daha latif, daha estetik, daha ulvi bir sebebe bağlama sanatı– örneği gibi ruhumuzu okşasa da, hemen ardından gelen “Bu yeni günün doğuşu, kör tesadüflerin bir lütfu değil, sarsılmaz bir vizyonun ve bu vizyonu hayata geçirme yolundaki o bükülmez azmin billurlaşmış bir tezahürüydü” cümlesiyle bu muazzam dönüşüm, rasyonel ve iradi bir zemine, sarsılmaz bir temele oturtulmaktadır. Bu “görünmez el” metaforu, ilerleyen satırlarda “sarsılmaz bir vizyonun” o aydınlık ışığına ve “bilge bir rehberliğin” o şefkatli eline dönüşerek somutlaşır; bu da sürecin kendiliğinden, tesadüfi bir akış olmadığını, tam aksine, aktif bir yönlendirme, basiretli bir sevk ve idare ve vizyoner bir liderliğin o eşsiz damgasını taşıdığını gözler önüne serer. Bu aydınlanma, geçmişin o acı hatalarından, o karanlık dehlizlerinden dersler çıkararak, daha yüksek, daha rafine bir ahlaki idrake doğru görkemli bir yükselişi, bilge bir rehberliğin o şefkatli kanatları altında pusulanın yeniden, bu kez şaşmaz bir şekilde ayarlanmasını simgeliyordu. Milletin sinesinden, o yorgun göğüsten derin, ferahlatıcı bir “oh” sesi yükseldi; bu, bir prangadan kurtuluşun, bir uyanışın ve görkemli bir yeniden dirilişin kutlu nidasıydı. Omuzlardaki o kurşuni yük kalkmış, zihinlerdeki o boğucu bulanıklık bir güneş ışığıyla dağılıp gitmişti. Yönünü kaybetmişliğin o kahreden iç sıkıntısı, yerini, istikrarın o huzurlu limanına ve ahlaki berraklığın o saf pınarına duyulan ortak bir hasrete, yakıcı bir özleme bırakmıştı ve bu özlem, şimdi, en muhteşem şekliyle karşılığını buluyordu. “Bilge rehberlik” ve “sarsılmaz vizyon” ifadeleri, bu yeniden doğuş destanında liderliğin o hayatî, o tayin edici rolüne altın harflerle işaret eder. Bu, sadece kendiliğinden yeşeren bir şifa değil, aynı zamanda bilinçli bir iradeyle, ilmek ilmek dokunan bir transformasyondu; kolektif iradenin bir odak noktasına, bir kutup yıldızına ve şaşmaz bir yol haritasına duyduğu o derin, o hayati ihtiyacın en parlak tezahürüdür. Pusulanın yeniden, bu kez hakikate ayarlanması, bu bilge rehberliğin, bu sarsılmaz vizyonun en somut, en göz kamaştırıcı neticesidir. Hüsn-i Talil gibi nadide bir edebi sanatın zikredilmesi ve hemen akabinde bu durumun rasyonel bir temele, sarsılmaz bir iradeye bağlanması, anlatıya hem estetik bir zarafet, bir ruh inceliği katmakta hem de bu kutlu sürecin asla tesadüfi olmadığını, tam aksine, bilinçli bir gayretin, sarsılmaz bir imanın ve adanmış bir ruhun eseri olduğunu perçinlemektedir. Bu ustaca dokunuş, okuyucunun zihninde hem derin bir duygusal bağın kurulmasına hem de sunulan o ulvi vizyonun ciddiyetinin ve kutsiyetinin daha bir idrak edilmesine vesile olur.  

Ve işte, o yeniden can bulan, o yeniden ayarlanan pusulanın bir an bile tereddüt etmeden, şaşmaz bir kararlılıkla işaret ettiği o kutlu, o mübarek istikamet: Hakikat! Lakin bu hakikat, felsefe kitaplarının o soğuk, o ruhsuz ve soyut satırları arasına hapsolmuş, cansız bir kavramdan ibaret değildir; bilakis, milletimizin ruhunun derinliklerine, tarihinin her bir zerresine, ebedi ve ezeli değerlerinin her bir damlasına nüfuz etmiş, içimizi ısıtan, yolumuzu aydınlatan ve damarlarımıza taptaze bir hayat bahşeden bir kuvvettir. O, Anadolu toprağının o cömert bereketi gibi, ecdadımızın o samimi, o içten duaları gibi, analarımızın o helal, o ak sütü gibi saf ve berraktır. Bu hakikat, misal, bir yetimin başını okşamakta, bir mazlumun titreyen elinden tutmakta, vatan toprağının her bir karışını candan, canandan aziz bilmekte, o uğurda gözünü kırpmadan serden geçmekte somutlaşır, ete kemiğe bürünür. Bu hakikatin o eşsiz nefaseti, onun paha biçilemez kıymetini, o benzersizliğini gözler önüne sererken, payidar oluşu da zamana, fırtınalara, kasırgalara ve her türlü badireye karşı dimdik ayakta duran, ölümsüz, ebedi doğasını haykırır. Bu hakikat, milletimizin vicdanının en derinlerinde yankılanan, onu diğerlerinden ayıran, ona o eşsiz, o özgün kimliğini bahşeden bir cevherdir; evrensel doğrularla, insanlığın ortak mirasıyla asla çelişen değil, aksine onları kendi öz değerlerinin o zengin potasında harmanlayarak daha da derinleştiren, daha da anlamlı kılan, bize ait olan, bizimle var olan, bizimle nefes alıp veren bir hakikattir. Tarihin o engin dehlizlerinden, o şanlı sayfalarından süzülüp gelen nice kahraman, nice alperen, nice arif, nice bilge şahsiyet, bu kutlu milli hakikatin sancaktarlığını yapmış, onu canları pahasına korumuştur. Onların o gür sesi, çağlar ötesinden, zamanın ve mekânın sınırlarını aşarak bugüne ulaşır; Malazgirt’te Alparslan’ın o arslan kükreyişinde, Söğüt’te Ertuğrul Gazi’nin o şaşmaz adaletinde, İstanbul’un o heybetli surlarında Fatih’in o sarsılmaz kararlılığında ve Çanakkale’nin o kanla sulanmış siperlerinde Mehmetçiğin o iman dolu göğsünde hep aynı hakikat, hep aynı sevda yankılanmıştır. Bugün de milletimizin o metin, o vakur sesi, aynı mübarek kökten, aynı ilahi pınardan beslenerek, geçmişin o şanlı mirasını geleceğin o aydınlık ufuklarına taşıyan bir gür sada ile, adeta bir çaw –yani, dört bir yanda yankılanan bir şan, bir şöhret, bir zafer çığlığı– misali arşa yükselmektedir. Bu sesin bugünkü o billur berraklığı, o sarsılmaz gücü, milletin özüne, o asil cevherine dönüşünün, kendi mukaddes hakikatine sımsıkı sarılışının en net, en parlak göstergesidir ve bu sesi en gür şekilde, en cesur şekilde ifade eden, onu millet adına, istiklal adına haykıran bir iradenin varlığı, bu kutlu sürecin, bu şanlı dirilişin en önemli, en sarsılmaz teminatıdır. Bu kutlu hakikat, bir yandan dışarıdan ve içeriden gelen her türlü iftiraya, her türlü yalana, her türlü sinsi algı operasyonuna karşı milletimizi çepeçevre kuşatan çelikten bir kalkan, diğer yandan da o kutlu milli hedeflerimize doğru ilerlerken yolumuzu aydınlatan, zifiri karanlıkları delen sönmez bir meşaledir. O, sarsılmaz bir kale gibi, düşman tasallutundan, hain emellerden emin kılar; bir deniz feneri gibi, en karanlık, en fırtınalı gecelerde bile doğru rotayı, selamet sahilini gösterir; berrak, dupduru bir nehir gibi, gökyüzünün o sonsuz, o ilahi maviliğini ruhumuza yansıtır. Bu aktif, bu dinamik roller, hakikatin sadece soyut bir ideal, ulaşılamaz bir ütopya olmadığını, tam aksine, pratik neticeleri olan, hayatımıza yön veren, kaderimizi şekillendiren dinamik bir güç, yaşayan bir cevher olduğunu ispatlar. Bu milli hakikati müdafaa etmek, sadece bir tercih, bir keyfiyet meselesi değil, aynı zamanda bir vatan borcu, bir namus meselesi, bir varoluş gayesidir. Zira bu hakikate, bu mukaddes emanete yönelen her türlü alçakça saldırı, aslında milletin varlığına, kimliğine, onuruna ve geleceğine yapılmış kahpece bir saldırıdır. Bu ifade, bu ulvi değere olan bağlılığın ne kadar derin, ne kadar köklü ve ne kadar kişisel bir sorumluluk olarak telakki edildiğini bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. Bu, hakikatin sadece felsefi bir kavram, entelektüel bir meşgale olmaktan çıkıp, milli bekanın, milli varlığın sarsılmaz temeli haline geldiğini, adeta varoluşsal bir kıv –yani, bahtın, talihin ve ebedi mutluluğun kaynağı– unsuru olduğunu gözler önüne serer. Hakikat’in, o soyut, o erişilmez görünen zirvelerden indirilip, milli tarihin o şanlı sayfalarıyla, milletin o asil kimliğiyle somutlaştırılması, ona hem tarifsiz bir duygusal ağırlık, bir manevi derinlik hem de hayatın her alanında hissedilen pratik bir işlev kazandırır; böylece okuyucunun bu "Hakikat"i ruhunun en derinlerinde hissetmesi, onu benimsemesi ve onun uğruna her türlü fedakârlığı göze almasının gerekliliğine canıgönülden ikna olması kaçınılmaz hale gelir. "Namus meselesi" gibi, damarlarımızdaki asil kanı harekete geçiren güçlü bir ifadenin kullanılması, konunun ciddiyetini, vehametini ve her bir ferdin omuzlarındaki o ağır, lakin bir o kadar da şerefli sorumluluğun altını çizer; bu da köşe yazısının o sarsıcı, o uyandırıcı etkisini katlayarak artırır.  

Hakikatin o billur ışığı, vicdanlarımızın paslanmış pusulasını yeniden parlattığında, onu şaşmaz bir biçimde yeniden ayarladığında, sanki ilahi bir nizamın doğal bir tecellisi olarak Adalet kavramı da özüne, o kutlu cevherine, yani ilahi ve toplumsal dengeyi, o hassas mizanı yeniden tesis etme misyonuna kavuşmuştur. Bu adalet, sadece suçluyu demir parmaklıklar ardına gönderen, kanun maddelerinin o soğuk, o ruhsuz satırlarından ibaret kuru, mekanik bir düzenek değildir. Bilakis, geçmişin o karanlık dehlizlerinde, belki de o “kırık pusula” dönemlerinin o acımasız savruluşlarında zedelenmiş, örselenmiş olan dengeyi, onuru, hakkaniyeti ve toplumsal huzurun o narin filizlerini yeniden yeşerten, derin bir onarım, şefkatli bir şifa ve görkemli bir ihya hareketidir. Bu şifa, misal, haksızlığa, zulme uğramış bir vatandaşın hakkını, hukukunu teslim almak için çaldığı kapıların ona sonuna kadar, tereddütsüzce açık olmasında, mahkeme kürsülerinden yankılanan adil kararların o güven veren sesinde ve devletin her bir kademesinde, her bir zerresinde liyakatin, ehliyetin baş tacı edilmesinde kendini gösterir, ete kemiğe bürünür. Adaletin yeniden filizlendiği, yeniden kök saldığı bu berkemal, bu sarsılmaz temeller, toplumun her bir ferdinin yüreğine güven tohumları ekmekte, gelecek umutlarını yeşertmektedir. Bu, intikam ateşinin o kör edici alevleriyle değil, bilgeliğin o dingin ışığıyla, basiretin o keskin nazarıyla ve milletin o yüce, o  âli menfaatlerini her şeyin üzerinde tutan bir dirayetle, bir ferasetle tecelli eden bir adalettir. Gücünü, kudretini haktan, hakikatten alan, ancak bu ilahi gücü zulüm için, tahakküm için değil, tam aksine, ıslah için, imar için, inşa için kullanan bir adalet anlayışının ta kendisidir bu. Adaletin o hassas, o ince ayarlı terazisi, şimdi emin, liyakatli ve kararlı ellerde tutulmaktadır. Bu eller, ne eksik tartar ne de fazla; hak ne ise, kimin ise onu sahibine teslim eder, zulmün o karanlık gölgesine, o zehirli nefesine asla ve kat'a geçit vermez. Tarihin derinliklerinden süzülüp gelen ya da günümüzün karmaşasında milletin huzurunu, birliğini, dirliğini ve kardeşliğini tehdit eden her türlü haksızlığın, her türlü yolsuzluğun, her türlü adaletsizliğin ve ihanetin milim milim, titizlikle, kararlılıkla üzerine gidilir. Bu, sadece bireylerin değil, aynı zamanda milletin bir bütün olarak, bir vücudun azaları gibi hakkının ve hukukunun korunduğu, adaletin bir lütuf, bir ihsan değil, herkes için, her zaman ve her yerde erişilebilir temel bir hak olduğu bir dönemin o parlak müjdecisidir. Bu kararlı, bu tavizsiz duruş, adaletin sadece süslü laflarda, tumturaklı nutuklarda kalmadığını, bilfiil hayata geçtiğini, toplumun her bir zerresine nüfuz ettiğini ve devletin o sarsılmaz temel direklerinden biri, hatta en önemlisi olduğunu cümle aleme ilan etmektedir. Bu durum, milletin devletine olan o sarsılmaz güvenini daha da pekiştirmekte, geleceğe daha bir umutla, daha bir güvenle bakmasını sağlamaktadır. Bu yeniden tesis edilen, yeniden hayat bulan adaletin o tatlı, o bereketli meyveleri, toplumun her bir katmanında, her bir ferdinde kendini göstermeye, yüzleri güldürmeye başlamıştır. Toplumsal barışın o narin güvercini daha bir özgürce kanat çırpmakta, gönüller arasında görünmez ama bir o kadar da sağlam köprüler kurulmakta, fitne ve fesat tohumları yeşerecek, boy atacak o verimsiz, o çorak zemini bulamamaktadır. İnsanlar, artık kendilerini daha bir güvende hissetmekte, yarınlarından emin bir şekilde, alın terleriyle çalışıp üretmekte, hayaller kurmaktadır. Milli potansiyelimizin o saklı kalmış cevherleri, adaletin sağladığı bu huzur ve güven ikliminde bir bir filizlenmekte, geçmişin o derin, o kanayan yaraları şefkatle, özenle sarılmaktadır. Adaletin tesis edildiği, adaletin hüküm sürdüğü bir toplumda, bereket coşar, refah yayılır, ilim ve sanat kanatlanır, medeniyet boy atar; zira adaletin getirdiği o toplumsal asıg –yani, o gözle görülür fayda, o elle tutulur kar ve o bereketli kazanç– hayatın her bir alanında kendini gösterir, meyvelerini verir. İşte tam da bu yüzden, adaletin tesisi, sadece bir hukuk reformu, bir kanun düzenlemesi meselesi değil, aynı zamanda bir medeniyet inşası, bir gelecek tasavvuru meselesidir. Bu adalet, aynı zamanda milletin tarih boyunca, çağlar boyunca maruz kaldığı o sayısız haksızlıklara, o kahredici zulümlere karşı bir nevi milli bir onurlandırma, şerefli bir hak iadesi, görkemli bir iade-i itibar niteliğindedir. Bu, adaletin sadece iç hukukun o dar sınırlarıyla, o şekli kalıplarıyla kısıtlı olmadığını, aynı zamanda uluslararası ilişkilerin o çetrefilli labirentlerini, tarihi hesaplaşmaların o derin ve sancılı boyutunu da içerdiğini gösterir. Belki de uluslararası arenada, o karanlık mahfillerde aleyhimize işleyen o paslı çarkların, milletimizin o sarsılmaz azmiyle, o çelikten direnciyle bir bir kırıldığı, hakkımız olanın, gasp edilenin bir bir teslim edildiği bir dönemin adıdır bu adalet. Bu, milletin vicdanında derin bir rahatlama, tarifsiz bir huzur ve geleceğe dair sarsılmaz, köklü bir özgüven yeşertmektedir. Bu direncin o kor ateşinde dövülen, bu çilenin potasında pişen adalet, geçmişin o zorlu, o meşakkatli imtihanlarından çıkarılan o paha biçilmez derslerle şekillenmiş, bu yüzden de sağlam, denenmiş, sınanmış ve iliklerine kadar otantik, bize ait bir karakter taşımaktadır. Bu zorlu, bu dikenli yollardan geçerek kazanılan o derin bilgelik, bugünün politikalarının, bugünün adalet anlayışının o sarsılmaz temelini oluşturmakta, milletin o aydınlık geleceğini daha da güçlendirmekte, daha da perçinlemektedir. İç adaletin bu denli görkemli bir şekilde tesisi, böylelikle dış dünyada da, yedi düvel nezdinde de milletin saygınlığını, itibarını ve etkinliğini katlayarak artırıcı bir faktör olarak belirginleşmekte, adeta bir güneş gibi parlamaktadır. Adaletin, ruhları onaran, yaraları saran bir "şifa hareketi" olarak yüceltilmesi, toplumsal vicdanın en derin beklentilerine, en mahrem özlemlerine seslenir; zira bu, yalnızca hukuki bir nizamı, kuru bir düzenlemeyi değil, aynı zamanda manevi bir arınmayı, ruhani bir iyileşmeyi, toplumsal bir kucaklaşmayı da müjdeler. Adaletin şemsiyesinin, ulusal onurun o incitilmiş gururunun iadesine dek genişletilmesi ise, milletin kolektif hafızasındaki o kanayan yaralara şefkatli bir merhem sürerken, aynı zamanda geleceğe yönelik sarsılmaz, tavizsiz ve onurlu bir duruşu da cümle aleme ilan eder.  

Hakikat ve adaletin o sarsılmaz temelleri üzerinde yeniden yükselen bu kutlu yapıda, millet olarak geçmişimizin o inişli çıkışlı, o bazen aydınlık bazen karanlık dehlizleriyle yapıcı, samimi ve cesur bir diyalog kurma ihtiyacı da kendini billur gibi gösterir. “Toplumsal yüzleşme” kavramı, çoğu zaman zihinlerde içe dönük, sancılı bir hesaplaşmayı, kabuk bağlamış yaraları yeniden kanatmayı ve potansiyel bir ayrışmanın o ürkütücü hayaletini çağrıştırsa da, bizim o engin medeniyetimizde, milletimizin o asil, o deryadil karakterinde bu kavram, çok daha ulvi, çok daha kucaklayıcı bir manaya bürünür. Bu, millet olarak geçmişin o puslu gölgeleriyle, bizi biz yapan o ulvi değerlerden, o kutlu mirastan uzaklaştıran yanılgılarla veya dışarıdan, yedi düvelden dayatılan o sinsi meydan okumalarla yiğitçe, korkusuzca yüzleşmek, ancak bunu yaparken asla bir suçlu avına çıkmamak, bir günah keçisi arayışına girmemek, bilakis bu acı tecrübelerden, bu çetin imtihanlardan dersler çıkararak, ibret alarak daha da bilenmek, daha da güçlenmektir. Bu yüzleşme, misal, bir zamanlar o güzelim yurdumuzu, o kardeşlik iklimimizi ateşe veren, bizi birbirimize düşüren o kahpe fitne ateşlerinin hangi karanlık eller tarafından, hangi sinsi emellerle yakıldığını anlamak, hangi gafletlerin, hangi hataların bizi zayıflattığını, o şanlı yürüyüşümüzü sekteye uğrattığını görmek ve bir daha, asla ve kat'a aynı tuzaklara, aynı tezgâhlara düşmemek için kolektif bir şuur, sarsılmaz bir bilinç oluşturmaktır. Bu, bir iç murakabe, bir nefis muhasebesi olduğu kadar, aynı zamanda milli bir özgüvenin, kendi tarihiyle, kendi geçmişiyle barışık olmanın ve geleceğin o aydınlık ufuklarına daha sağlam, daha kararlı adımlarla yürüme iradesinin de en parlak, en göz kamaştırıcı göstergesidir. Bu yüzleşme, yıkıcı, tahripkâr bir eleştiri değil, tam aksine, yapıcı, onarıcı bir özeleştiri ve her daim daha iyiye, daha güzele, daha mükemmele ulaşma arzusunun o samimi ifadesidir. Bu kutlu süreçte sergilenen o deryadil, yani o engin gönüllü, o kuşatıcı, o hoşgörülü tavır, birleştirici, bütünleştirici ve affedici bir atmosferin, bir kardeşlik ikliminin oluşmasına, kök salmasına zemin hazırlar. Geçmişin hatalarından, o “kırık pusula” döneminin o acımasız savrulmalarından, o karanlık girdaplarından dersler çıkarmak, geleceği daha bilgece, daha basiretle, daha sarsılmaz bir birlik ve beraberlik ruhuyla inşa etmenin olmazsa olmaz şartı, en temel gereğidir. Bu yüzleşme, itham etmek, suçlamak için değil, anlamak, idrak etmek için; yargılamak, mahkûm etmek için değil, ders almak, ibret almak içindir. Amaç, eski, tozlu defterleri karıştırıp yeni husumetler, yeni kavgalar yaratmak değil, tam aksine, o acı tecrübeleri birer ibret vesikası, birer yol gösterici levha olarak görüp, aynı hatalara, aynı gafletlere düşmemek adına kolektif bir hafıza, ortak bir şuur inşa etmektir. Bu süreç, milletin o erişilmez olgunluğunun, o derin basiretinin ve kendi kaderine, kendi geleceğine sahip çıkma arzusunun en ulvi bir yansımasıdır ve bu yapıcı, bu onarıcı öğrenme süreci, kuşkusuz, milletin önünü açan, ona istikamet çizen, yolunu aydınlatan bir rehberliğin, bilge bir önderliğin varlığıyla daha da derin bir anlam, daha da ulvi bir mana kazanmaktadır. Bu ifadeler, yüzleşmenin, kendi başına, kontrolsüz bir şekilde bırakıldığında ne denli riskli, ne denli tehlikeli olabileceğini, ancak doğru bir rehberlik, basiretli bir yönlendirme ve devletin o kuşatıcı, o şefkatli rolüyle ne denli olumlu, ne denli yapıcı sonuçlar doğurabileceğini zımnen ima eder. Bu yüzleşme, devletin öncülüğünde, milletin bütün kesimlerini, bütün renklerini, bütün farklılıklarını kucaklayan, ayrıştırıcı değil birleştirici, ötekileştirici değil bütünleştirici bir üslupla, bir şefkatle yönetildiğinde, toplumsal barışa, milli birliğe ve kardeşlik hukukuna hizmet eden paha biçilmez bir araca, mucizevi bir iksire dönüşür. Bu cesur, bu onurlu yüzleşmenin nihai hedefi, yegâne gayesi, milli birlik ve beraberliğimizin o sarsılmaz kalesini daha da perçinlemek, daha da muhkem kılmaktır. Bizi ayrıştıran, bizi birbirimize yabancılaştıran ne varsa, hangi suni duvarlar, hangi dikenli teller örülmüşse aramıza, onları cesaretle, hikmetle ve kardeşlik ruhuyla bir bir aşmak; ortak değerlerimizde, ortak tarihimizde, ortak hayallerimizde, ortak sevdalarımızda buluşarak daha güçlü, daha sarsılmaz bir kolektif kimlik ve kader birliği, amaç birliği oluşturmaktır. Bu, ister dış mihraklı, yedi düvelden gelen sinsi tehditler olsun, isterse milletimizin o şanlı büyüklüğüne, o asil duruşuna gölge düşüren iç zafiyetler, iç hastalıklar olsun, bunlarla topyekûn, omuz omuza bir mücadeleyi ve nihayetinde, Allah’ın izniyle, parlak bir zafere ulaşmayı hedefler. Bu yüzleşme, milletin o bin bir rengini, o bin bir çiçeğini, o farklı seslerini, o farklı nefeslerini aynı kutlu potada eriten, onları ortak bir “biz” duygusunda, ortak bir kaderde, ortak bir sevdada birleştiren bir simyadır, bir iksirdir. Bu müşterek kader anlayışı, bu sarsılmaz birlik ruhu, mevcut istikamette, o aydınlık yolda ilerlemenin, milletin ve devletin o bilge rehberliğinde, o şefkatli kanatları altında yol almanın, o parlak, o müreffeh geleceğe ulaşmanın yegâne, şaşmaz yolu olduğunu fısıldar kulaklarımıza. Bu kutlu yoldan, bu sırat-ı müstakimden bir an bile sapmak, o ulvi hedefe, o kutlu menzile ulaşmayı riske atmak, tehlikeye atmak anlamına gelir. Bu nedenle, birlik ve beraberlik içinde, sarsılmaz bir imanla, devletin çizdiği o aydınlık vizyona, o kutlu yol haritasına sadık kalarak, omuz omuza ilerlemek, bu ortak kaderi, bu şanlı geleceği gerçekleştirmenin en temel, en hayati şartıdır. Amaç, "milli birlik ve beraberliğimizi perçinlemektir," bu da ancak kontrollü, basiretli ve amaç odaklı bir süreçle, bir seferberlik ruhuyla mümkündür. "Toplumsal yüzleşme" gibi nazik ve hassas bir kavramın, suçlama, itham ve ayrışma gibi karanlık dehlizler yerine, öğrenme, idrak etme ve birleşme gibi aydınlık bir eksende yeniden tanımlanması, olası menfi çağrışımları, o zehirli fısıltıları bertaraf ederek yapıcı, samimi bir diyalog zemini, bir kardeşlik iklimi oluşturur. Bu yaklaşım, özellikle deryadil bir hoşgörü, engin bir şefkat ve bilge bir rehberlik eşliğinde, geçmişin o ağır yüklerinden, o karanlık gölgelerinden arınarak geleceğe daha güçlü, daha umutlu, daha kararlı bir şekilde yürüme imkânı sunar.  

Ve işte, tüm bu meşakkatli, bu çileli, lakin bir o kadar da şerefli süreçlerin sonunda, bir zamanlar azgın fırtınaların ortasında, zifiri karanlık denizlerde yolunu şaşırmış, pusulası kırılmış o yorgun gemimizin istikamet göstergesi, şimdi yeniden ayarlanmış, ruhuyla, canıyla yeniden hayat bulmuş, şaşmaz bir kararlılıkla, bir an bile tereddüt etmeden o ebedi kutup yıldızını göstermektedir. Bu, sadece paslanmış bir mekanizmanın basit bir onarımı, mekanik bir düzeltmesi değil, aynı zamanda bir ruhun küllerinden yeniden dirilişi, bir vicdanın o derin uykusundan uyanışı, bir milletin şahlanışıdır. Bu mendedilmiş, bu yeniden can bulmuş pusula, bizi yeniden keşfettiğimiz o sarsılmaz, o ebedi hakikate, ilmek ilmek dokuyarak tesis ettiğimiz o adil, o hakkaniyetli düzene ve tarihin o en çetin imtihanlarıyla, en zorlu meydan okumalarıyla yüzleşirken sergilediğimiz o birleştirici, o kucaklayıcı cesarete, o asil dirayete yönlendirmektedir. Atılan her bir adım, alınan her bir karar, bu aydınlık, bu kutlu yolda milletimizi daha ileriye, daha müreffeh yarınlara taşımaktadır. Milletimizin ruhunun o bereketli toprağında yeniden filizlenen, yeniden boy atan bu ulvi erdemler –onarılmış, arınmış bir vicdan; sarsılmaz, tavizsiz bir hakikat aşkı; adil, şefkatli bir güç ve birleştirici, kuşatıcı bir cesaret– bugünkü o muhteşem diriliş ruhumuzun, o şanlı şahlanışımızın temel taşlarıdır, sarsılmaz direkleridir. Bunlar, adeta usta bir sanatkârın o mahir ellerinden çıkmış, göz kamaştıran, ruh okşayan bir kilimin o eşsiz desenleri gibi, ya da farklı enstrümanların o ilahi ahenkle bütünleştiği, dinleyenleri mest eden muhteşem bir senfoninin o ölümsüz notaları gibi birbirini tamamlar, birbirine can katar. Her bir erdem, diğerini besler, diğerini güçlendirir, diğerine ilham verir ve ortaya milletimizin o eşsiz, o benzersiz karakterini, o sarsılmaz, o çelikten azmini, o destansı dirayetini koyar. Bu dirilişin yarattığı o efsunkar, o büyüleyici atmosfer, önümüzde açtığı o namütenahi, yani o sonsuz, o sınırsız, o hayalleri aşan ufuklar, geleceğe dair umutlarımızı, hayallerimizi daha da perçinlemekte, yüreklerimize sarsılmaz bir güven aşılamaktadır. Bu, sadece basit bir iyileşme, geçici bir ferahlama değil, aynı zamanda tarihi bir dönüm noktası, bir milat, milletin küllerinden yeniden doğuşunu, o şanlı şahlanışını müjdeleyen görkemli bir fecirdir. Bu diriliş, milletin özüne, o asil cevherine dönerek, kendi sarsılmaz gücünün, kendi tükenmez potansiyelinin farkına vararak, altın harflerle yazdığı bir kahramanlık destanıdır, bir istiklal marşıdır. Milletimizin o coşkun kalp atışları, bugün her zamankinden daha güçlü, daha dirençli, daha kararlı ve daha umut dolu. Bu kalp, tek bir ritimle, ortak bir heyecanla, ortak bir sevdayla, büyük, güçlü ve müreffeh bir geleceğe doğru, şimşek hızıyla atmaktadır. Bu, zaferin, özgüvenin ve damarlarımızda dolaşan o sarsılmaz, o kutsal vatan sevgisinin en gür, en içten terennümüdür. Bu ses, dostlara, kardeşlere sarsılmaz bir itimat, sarsılmaz bir güven telkin ederken, hasımlara, düşmanlara ise milletimizin ebediyen, hiçbir güce, hiçbir zorbalığa boyun eğmeyeceğinin, kendi kaderini, kendi geleceğini kendi sarsılmaz iradesiyle, kendi alın teriyle, kendi kanıyla nakşedeceğinin en gür, en heybetli ilanıdır. Bu diriliş senfonisi, bizi hangi ulaşılmaz sanılan, hangi hayalleri süsleyen zirvelere taşıyacak, hangi muhayyileleri, hangi tasavvurları aşan ölümsüz eserler doğacak bu müşterek, bu birleşmiş ruhtan, hangi yeni, hangi taptaze yıpar –yani, misk gibi, amber gibi güzel ve kalıcı, ruh okşayan kokular– saracak istikbalimizin o aydınlık, o umut dolu ufkunu, hep birlikte, omuz omuza, yürek yüreğe göreceğiz, hep birlikte yaşayacağız! Zira bu muazzam, bu görkemli orkestranın her bir neferi, her bir ferdi, kendi nağmesini, kendi rolünü en ulvi, en mükemmel şekilde icra ederek, bu ölümsüz, bu ebedi eserin bir parçası olma şerefini, o kutlu onurunu taçlandıracaktır. Bu, kuru bir temenni, boş bir hayal olmanın çok ötesinde, milletçe, sımsıkı kenetlenmiş yüreklerle, sarsılmaz bir imanla inşa edeceğimiz o ışıklarla, o nurlarla dolu bir geleceğin, şimdiden atan, şimdiden coşan nabzıdır, hayat emaresidir. Bu coşkun, bu taşkın kolektif ruh, bu mukaddes, bu ilahi heyecan, milletimizi nice şanlı zaferlere, nice parlak muvaffakiyetlere, nice göz kamaştıran başarılara taşıyacak en çelikten, en sarsılmaz güvencemizdir, en büyük umudumuzdur. Ve bu efsunkar senfoninin o kudretli şefliğinde, o namütenahi, o sonsuz ufuklara doğru çizilen o kutlu, o mübarek rotaya duyulan o sarsılmaz iman, o tereddütsüz sadakat, bu ilahi ahengin, bu kutlu yürüyüşün payidar kalmasının, milletçe aynı ulvi hedefe, aynı kutlu menzile doğru bir an bile tereddüt etmeden, bir an bile duraksamadan yürümemizin altın anahtarıdır, şifresidir. Bu dirilişin, bu şahlanışın kesintisiz, sekteye uğramadan devamı, her bir neferin, her bir vatan evladının o sarsılmaz adanmışlığına, o fedakârlığına ve bu kutsal, bu mübarek yürüyüşe istikamet veren, yol gösteren o ilham dolu, o ufuk açıcı vizyona olan kopmaz, sarsılmaz bağlılığına emanettir; zira bu azametli, bu görkemli eser, ancak böyle bir sarsılmaz birliktelikle, böyle bir kader birliğiyle ve tarihe altın harflerle not düşülecek bir kararlılıkla, bir azimle, geleceğin o parlak, o umut dolu sayfalarına ebedi, silinmez harflerle kazınacaktır. "Diriliş Senfonisi" metaforu, yalnızca bir yeniden uyanışı, bir yeniden doğuşu değil, aynı zamanda bu kutlu sürecin ne denli uyumlu, ne denli çok sesli lakin tek bir ulvi amaca yönelik, ne denli ustaca, ne denli bilgece yönetilen bir hareket, bir şahlanış olduğunu da ruhlarımıza işler. Her bir bireyin, her bir "neferin" bu ilahi senfonideki o eşsiz rolü ve "kudretli şefliğe", o bilge rehberliğe olan o sarsılmaz, o tereddütsüz bağlılığın altının çizilmesi, kolektif başarının, o büyük zaferin ancak ve ancak ortak bir vizyonla, ortak bir sevdayla ve disiplinli, adanmış bir çabayla mümkün olabileceği mesajını en güçlü, en sarsıcı şekilde iletir. Bu, okuyucuyu sadece edilgen bir gözlemci, bir seyirci olmaktan çıkarıp, bu tarihi, bu kutlu yürüyüşün aktif bir katılımcısı, bu şanlı destanın bir kahramanı olmaya davet eder.