İmâm-ı Âzam: “Delîlini bilmedikce benim reyimi mesned almayınız!”
Bizim bu “Dirâyetci Müslümanlık” ve “Kur’ânî Rûh” telakkîmiz ile onlara muvâzî olarak geliştirdiğimiz “Kur’ânî Hadîs” mefhûmu, 1984 – 1985 senelerindeki fikir buhrânımızın ve müteâk̆ib senelerdeki arayışlarımızın mahsûlü olmakla berâber, sonradan fark ettiğimiz vechiyle, bunların İslâm târihinde gâyet derin kökleri mevcûddur. Meselâ Ehl-i Rey ekolünün başı olan İmâm-ı Ebû Hanîfe merhûmun (H. 80-150 / M. 699-767) umûmî zihniyeti, Hadîs tenkîdi usûlü ve fıkhî mes’elelerdeki muhâkeme tarzı, bizim düşünce tarzımıza oldukça yakındır. Ne yazık ki onun düşünce tarzına ve sözlerine ancak talebelerinin rivâyetleri vâsıtasıyle ulaşabiliyoruz! Kâşki, arkasında, doğrudan kendi têlîfi olan eserler bırakmış olsaydı! Aşağıda, onun düşünce tarzı ve sözleri hakkındaki rivâyetleri, hâssaten, rahmetli Prof. Muhammed Ebû Zehrâ’nın (1898 – 1974) İslâmda Fıkhî Mezhepler Târihi ünvânlı kitabı ile (şahsen de tanıyıp müstefid olduğumuz) rahmetli Osman Keskioğlu’nun (Bulgaristan, Burgaz, 22.2.1907 – Ankara, 4.8.1989, Cebeci Asrî Mez.) İmam A’zam ünvanlı eserinden ik̆tibâs ediyoruz:
“Bizim bu görüşümüz [reyimiz], bir görüş olup bize göre erişebildiğimiz en iyi neticedir. Birisi bizim bu görüşümüzden daha güzel olanını ileri sürerse, bize değil ona uyulması evlâdır. [Keskioğlu’nun kitabına göre -1960: 123-: “Bu, Nûmân b. Sâbit’in reyidir. Bu, muktedir olabildiğimiz en iyi reydir. Her kim bundan daha güzelini bulursa, tâbi olunmaya daha lâyık olan o reydir:”]
“Kendisine: ‘Ey Ebû Hanîfe! Senin verdiğin bu fetvâ, şüphesiz bir gerçek midir?’ denildiğinde, Büyük İmâm: ‘- Bilmiyorum, belki de şüphe götürmez bir bâtıldır!’ diye cevap vermiştir.
“Talebesi Züfer der ki: ‘Biz Ebû Hanîfe’den ders okurduk. [Kadı] Ebû Yusuf da yanımızda idi. Onun söylediklerini yazardık. Bir gün Ebu Yusuf’a o şöyle dedi: ‘Ey Yakub! Vay hâline! Benden her işittiğini yazma! Çünkü ben, bu güne göre böyle düşünüyorum, belki yarın bu görüşümden vazgeçerim. Belki de yarın başka bir görüşe sahib olurum. Fakat ertesi gün onu da bırakabilirim. […]
“Onun birçok talebeleri vardı ve o bunlara kendi görüşünü zorla kabul ettirmezdi. Aksine, onlarla müzakerede bulunur, büyüklerin görüşlerini bir arkadaş gibi tartışır ve yaş farkı gözetmezdi. Sonunda kendisi bir görüşe varırdı ki, bütün talebeleri burada susar ve ona razı olurlardı. Bazı hallerde ise talebelerinden bir kısmı kendi görüşlerinde ısrar ederlerdi…” (Prof. Muhammed Ebû Zehrâ, İslâmda Fıkhî Mezhepler Târihi, Müt.: Prof. Dr. Abdülkadir Şener, İstanbul: Hisar Neşriyatı, 1983, 2. baskı, ss. 222-223, 224)
“Bizim tercih ettiğimiz görüş doğrudur; mamafih hatalı olma ihtimali de mevcuttur. Başkalarınınki ise yanlıştır; fakat doğru olma ihtimali de vardır.” (Reşîd Rızâ, Telfîk-ı Mezâhib, Müt.: Ahmed Hamdi Akseki, Ankara: Diyanet İşl. Bşk. Yl., 1974, s. 348)
“Bizim delilimizi bilmedikçe, bizim kavlimizi söylemek hiçbir kimseye helâl değildir.” [Akseki tercümesi: “Delilimi öğrenip de neye dayandığını bilmeden hiç kimsenin benim sözüm ile fetvâ vermesi helâl değildir!”] (Osman Keskioğlu, İslâm Hukukunun Mümessili, Fikir İstiklâlinin Alemdârı İmam A’zam -Numan b. Sabit-, Ankara: Güzel Sanatlar Matb., 1960, s. 123; Reşîd Rızâ 1974: 348)
“Doğudan bir adam, bir sene evvel Mekke’de kendisine verdiği bir yazı ile Ebû Hanîfe’ye geldi. Sormuş olduğu şeyi ona tekrar arzetti. Ebû Hanîfe de vermiş olduğu bu hükümden tamamen döndü. Bunun üzerine adam başına toprak serperek şöyle dedi: ‘- Ey insanlar, geçen sene bu adama geldim, bana şu yazdığı şekilde fetva verdi. Ben de bu fetvaya dayanarak pek çok kan akıttım, pek çok namusları heder ettim. Bu sene de kalkmış dediğinden dönüyor!’ Bu hâdise üzerine bir adam da Ebû Hanîfe’ye: ‘- Bu nasıl olur?’ dedi. Ebû Hanîfe: ‘- O geçen seneki görüşüm idi; bu sene ise görüşüm geçen senekinden başkadır’ dedi. Adam: ‘- Bana gelecek sene başka bir görüşte bulunmayacağını temin et!’ dedi. Ebû Hanîfe: ‘- Bu nasıl olur bilmem…’ dedi. Adam da: ‘- Lakin ben Allah’ın lânetinin senin üzerinde olduğunu biliyorum!’ dedi.” (İbn-i Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs; Hadîs Müdâfaası, Tercüme ve Notlar: Mehmed Hayri Kırbaşoğlu, İstanbul: Kayıhan Yl., 1979, ss. 70-78)
Resûlullâh: “Sâdece Kur’ân’a muvâfık olan Hadîsler bendendir!”
Talebesi Kadı Ebû Yûsuf’un naklettiğine nazaran, İmâm-ı Âzam, Hadîs mevzûunda, ona, sâdece, (bizim tâbirimizle) “Kur’ânî Hadîs”e îtibâr etmesini tavsıye etmiştir:
“Umumun bildiği Hadîsleri al; herkesin bildiğine uymıyan şâzlara bakma. Çünki İbn-i Ebî Kerîme, o da Ebû Câfer’den bize rivayet etmiştir ki: Hz. Peygamber Yahudileri çağırdı, ona rivayet ettiler ve Îsâ’nın ağzından yalan uydurdular. Peygamberimiz o zaman minbere çıkarak halka şöyle hitab etti:
‘- Benim ağzımdan nice Hadîsler yayılacak. Size gelenlerden Kur’ân’a muvafık olanlar bendendir, Kur’ân’a muhalif olanlar benden değildir.’
“Hz. Ömer, Resulullah’dan [Ashâb tarafından] rivayet olunan Hadîsi iki şahit olmadıkça kabul etmezdi. Hz. Ali de öyle yapardı; her rivayet olunanı kabul etmezdi... Rivayetler çoğalıyor, aralarında bilinmedik şeyler çıkıyor. Fıkıh erbabı onları tanımıyor. Kitap ve Sünnete uymıyanları var. Hadîslerin şaz olanlarından sakın, umumun kabul ettiği ve fukahanın bildiği Hadîslere bak, hâdiseleri onlara kıyas et. Kur’ân’a muhalif olanlar Hadîs diye rivayet olunsa da Peygamber’den değildir. Sen Kur’ân’ı ve maruf olan Sünneti kendine imam ve rehber tut. Bu ikisine tâbi ol. Kur’ân ve Sünnette açıklanmıyan birşey karşısında kalırsan, onlara kıyas et. […]
“[Kezâ:] ‘Hazret-i Peygamber’den Kur’ân’a muhalif birşey rivayet eden her adamın sözünü reddetmiş olmam, asla onu [Peygamber’i] tekzip değildir. Bu, Peygamber'den bâtıl şeyler nakledenin rivayetini red demektir. Töhmet o adama râcidir; Allah’ın Resulüne değil! Peygamber’in söylediği her sözün canım başım üstünde yeri vardır, ona iman ettik ve onun buyurduğu gibi olduğuna şahadet ettik. Yine Allah namına şahadet ederiz ki Peygamberimiz Allah’ın emrine muhalif birşey emretmemiştir! Bid’at çıkarmamıştır. Allah'ın söylediklerinden, vahyettiklerinden başka bir söz ortaya atmamıştır. O tekellüf gösterenlerden değildir.’ (Mekkî, Menâkıb-ı Ebu Hanife, s. 99)” (Keskioğlu 1960: 38, 39; Kur’ânî Milliyet Telâkkîsi ve Irkçılık Sapması, Ankara: Kurtuba Yl., Aralık 2015, ss. 265-269)
Yeri gelmişken, şu mes’eleye de dikkat çekmeden geçmiyelim:
İşte bu yukarıda naklettiğimiz -İlmî Zihniyet mahsûlü- sözlerin ve tavrın sâhibi olan İmâm-ı Ebû Hanîfe, nasıl olur da, Fıkh-ı Ekber gibi büyük bir kısmıyle alabildiğine dogmatik ve hurâfî mâhiyette olan ve Akâid mevzûu yapılmış birtakım hükümleri, delîl göstermeden peş peşe dikte eden bir risâlenin sâhibi olabilir? Kaldı ki risâlenin aslı ortada yoktur ve ancak bâzı rivâyetlerle ona atfedilmektedir!
Âhâd Hadîsler şüpheyle mâlûl olduğu için yakînî bilgi kaynağı değildir
Rivâyetci Müslümanlığın Âhâd Hadîslere müteallik̆ bir dîğer büyük tenâkuzu da, doğru bilgi mîyârına nisbetle insanda -yak̆în değil- sâdece zan hâsıl ettiği, yânî şüpheyle mâl̃ûl olduğu, bunlara istinâden verilecek hükmün doğruluğundan emîn olunamıyacağı kabûl edildikden sonra, bu haklı mülâhazalar unutularak, hem birtakım îtikâdî mes’elelerde bu Hadîslere istinâd etmekden imtinâ edilmemesi, hem de yine onlara istinâden insanların hayât ve memâtı hakkında karâr verilmesidir…
Hâlbuki böyle zayıf delîllerle insanların hayâtı, birbirleriyle medenî, ik̆tisâdî, siyâsî, v.s. muâmeleleri hakkında hüküm vermek, onların uhrevî (metafizik) mes’eleleri hakkında hüküm vermekden çok daha vahîmdir. Zîrâ insanların uhrevî hayâtla alâkalı îtikâdları, esâsında, onlarla Rab’leri arasındaki bir mes’eledir ve onun hükmü de Yüce Hâlik’a âiddir. İnsanları asıl alâkadâr etmesi lâzım gelen mes’eleler, birbirleriyle olan münâsebetleri, birbirlerine karşı hak ve vecîbeleridir ve mantıken, evleviyetle bunlara dâir hükümlerin yak̆înî delîllere istinâd etmesi ik̆tizâ eder. Meselâ Medenî Hukûk, Esâsiye Hukûku, Cezâ Hukûku, Harb Hukûku, Beynelmilel Hukûk, v.s. hep bu cümledendir…
Dirâyetci Fıkıh Usûlü
İnsanların hayât ve memâtı hakkında esâs îtibâriyle Âhâd Hadîslere istinâd ederek hükümler vaz’eden ve netîcede Entegrist, İnsan Haklarıyle uyuşmaz, en az bin sene geride kalmış bir hukûkî-ictimâî nizâm ortaya çıkaran An’anevî Müslümanlık Telakkîsine mukâbil Dirâyetci Müslümanlığın -Kur’ânî Rûhun bir ifâdesi olan- Fıkıh Usûlünde başlıca şu esâslar cârîdir:
a) Şu Kâinâtın en şerefli, en mükerrem mahlûku ve onun milyarlarca senelik tekâmülünün nihâî hedefi, gâyesi, zirvesi olan insanoğlunun hayâtını tanzîm eden hükümler vaz’ederken, evvel emirde, onun bu mümtâz mevk̆iini dikkate almak, dâimâ cem’iyet olarak da, ferd olarak da onun en hayrına olacak hâl çâresini düşünmek, yânî umûmî ve ferdî maslahatı gözetmek;
b) Maslahatı, Vahye Müstenid Tecrübî İlim Usûlü ve onun tesbîtlerine müstenid Felsefî Tefekkür vâsıtasıyle araştırıp tesbît etmek;
c) İctimâî hayâtla alâkalı Kur’ânî Hükümlerde, İnzâl devrine, yânî insanların zihniyetine, örf ve âdetlerine, maddî şartlarına uygun düşen vâsıtaları değil, Hükümlerdeki hikmeti (maksadı, gâyeyi) esâs almak ve o hikmeti, içinde bulunduğumuz devrin (cem’iyetin) zihniyet ve imkânlarıyle mütenâsib vâsıtalara mürâcaat ederek tahakkuk ettirmiye çalışmak;
ç) Kur’ân-ı Mübîn’den yola çıkarak ilmî araştırma ve felsefî tefekkürle ulaştığımız maslahatı gerçekleştirecek hükmü, bütün bir cem’iyet veyâ Devlet ölçüsünde, ancak halkın ekseriyetinin (cumhûrun) rızâ ve irâdesiyle (ki onun başlıca tecelligâhı, hür seçimle teşkîl edilmiş Millet Meclisi’dir) tatbîkâta koymak… (Cumhûrun rızâsı, elbette, referandum gibi vâsıtalarla da tesbît edilebilir. Ayrıca, umûmî maslahata aykırı düşmiyen şahsî maslahat hükmünü tatbîk edip etmemek de, şahsın kendi irâdesine kalmıştır…)
Bir Kur’ânî Hadîs nümûnesi: Hz. Ayşe Hadîsi
Fıkhî mes’elelerde böyle bir usûle, böyle bir “Dirâyetci Muhâkeme”ye riâyet edilmesinin haklılığı husûsunda, bizi aklen ve vicdânen tatmîn eden birçok delîl arasında çok kıymet verdiğimiz bir tânesi, araştırmalarımızın oldukça gec bir safhasında keşfettiğimiz ve tam bir “Kur’ânî Hadîs” nümûnesi olan bir Hz. Ayşe (Âişe) Hadîsidir. Filhakîka, bu dâhî Vâlidemizin (Allâh ondan râzı olsun) muhâkeme tarzı, Dirâyetci Müslümanlığın özü mesâbesindedir:
“Bana Zuheyr b. Harb rivâyet etti. (Dedi ki:) Bize İsmâil b. İbrâhim, Ebu Bekr Dâvud b. Ebû Hind’den, o da Şa’bi’den, o da Mesruk b. Abdurrahman’dan naklen rivâyet etti. Mesruk şöyle demiş:
“Hz. Âişe’nin yanında dayanmış oturuyordum. Bana dedi ki:
‘- Yâ Ebâ Aişe (Ebû Aişe, Mesruk’un künyesidir), üç şey vardır ki her kim onlardan birini söylerse Allâh’ın Resûlüne (Allâh’a ve Resûlüne) büyük iftirâ atmış olur!’ Ben:
‘- Nedir onlar?’ dedim.
1) ‘- Her kim Muhammed’in, Rabb’ini gördüğünü söylerse, Allâh’ın Resûlüne büyük iftirâ atmış olur!’ dedi. Ben dayanmış vazıyette idim. Hemen oturarak:
‘- Yâ Ümmülmü’minîn, bana müsâade buyur, acele etme, Allâh Azze ve Celle: ‘Yemîn olsun ki Peygamber onu apaçık ufukta gördü!’ (Tekvîr -81-: 23) ‘Yemîn olsun ki onu başka bir inişte de gördü!’ (Necm -53-: 13) buyurmadı mı?’ dedim. Âişe:
‘- Bu Ümmetten bu mes’eleyi Resûlullâh’a ilk soran benim!’ Resûl-i Ekrem: ‘- O ancak Cibrîl’dir. Ben onu şu iki def’adan başka halk edildiği şekilde görmedim. Onu, semâdan inerken, vücûdunun büyüklüğü yer ile gök arasını kaplamış olarak gördüm.’ buyurdular. Âişe (sözüne devâmla:)
‘- Hem sen Allâh’ın, (Kendisi hakkında:) ‘Onu gözler idrâk edemez; ama O, gözleri idrâk eder! O lâtîftir, habîrdir!’ buyurduğunu (En’âm -6-: 103) işitmedin mi? (Yine) Teâlâ Hazretlerinin: ‘Hiçbir insan için imkân yoktur ki Allâh onunla ya vahiy ile ya perde arkasından yâhud kendisine bir resûl (elçi, melek) göndererek O’nun izniyle, O’nun dilediğini vahiy buyurması şekillerinden başka bir sûretle konuşmuş olsun! Çünki Allâh en yüksek ve en hakîmdir.’ buyurduğunu (Şûrâ -42-: 51) duymadın mı?’
2) ‘Her kim Resûlullâh Allâh’ın Kitabı’ndan birşey gizledi derse, Allâh’ın Resûlüne büyük iftirâ atmış olur! Hâlbuki Allâh: ‘Ey Resûl, sana Rabb’inden her indirileni teblîğ et! Şâyet bunu yapmazsan, Allâh’ın Risâletini teblîğ etmiş olmazsın!’ buyurmaktadır (Mâide -5-: 67).
3) ‘Her kim, onun, yarın olacak şeyleri haber verdiğini (gaybı bildiğini) söylerse, muhakkak ki Allâh’a en büyük iftirâda bulunmuştur! Hâlbuki Allâh: ‘De ki göklerde ve yerde olanlar gaybı bilmezler, ancak Allah bilir!’ buyuruyor (Neml -27-: 65) dedi.” (Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Mütercim ve Şârih: Ahmed Davudoğlu, İstanbul: Sönmez Neşriyat, 1974, cild 2, No 287, ss. 645-647; ayrıca M. Seyyid Ahsen, Ömer Nesefî. İslâm İnancının Temelleri: Akaid, İstanbul: Otağ Yl., 1973 -2. baskı; ilk baskı: 1971-, ss. 92-93) (Kur’ânî Milliyet Telakkîsi ve Irkçılık Sapması Aralık 2015: 11)
“Kuvvet” ve “Ribâti’l-hayl” Âyetinin Rivâyetci ve Dirâyetci tefsîri
Ahkâm Âyetlerini Dirâyetci Muhâkemeyle nasıl değerlendirmemiz lâzım geldiği husûsunda bize en fazla ilhâm veren Âyet ise, Enfâl Sûresinin 60. Âyetidir:
“Onlara karşı elinizden geldiği kadar kuvvet ve atların konaklama yerlerini hazırlayın ki bununla Allâh’ın düşmanını ve sizin düşmanınızı ve onların hâricinde Allâh’ın bilip de sizin bilmediğiniz başkalarını korkutasınız! Fîsebîlillâh her ne infâk etseniz size [ecri] tamâmen ödenir ve siz haksızlığa uğramazsınız. (Ve e’iddû lehum mâ-steta’tum min kuvvetin ve min ribâti’l-hayli turhibûne bihî ‘aduvvallâhi ve ’aduvvekum ve âharîne min dûnihim lâ ta’lemûnehumullâhu ya’lemuhum ve mâ tunfikû min şey-in fî sebîlillâhi yuveffe ileykum ve entum lâ tuzlemûn.)” (Enfâl -8-: 60)
Âyetteki Hükmü, Ahkâm Âyetlerini harfiyen anlama ve tatbîk etme temâyülünde olan Rivâyetci Muhâkeme tarzına nazaran, şöyle anlamak lâzım gelir:
Allâh-ü Teâlâ, Müslümanlara, düşmanları korkutmak için, kuvvet ve atların konaklama yerlerini (yâhud Türkce Meâllerin hemen hepsinin ifâdesiyle, “bağlanıp beslenen atlar”) hazırlamayı emretmektedir. “Kuvvet” bir Hadîse istinâden, “atmak”, yânî “ok atmak” olduğuna göre, Müslümanlar her asırda okçulukla iştigal etmek ve at beslemekle mükelleftirler…