Antik Anadolu’nun mistik dervişlerinden modern İstanbul’un laboratuvarlarına kadar, insanlık hep aynı soruyu sordu: “Gerçekliğin özü nedir?” Hint bilgelerinin “Brahman”ı, Spinoza’nın “Yaratıcı ya da Doğa”sı, kuantum fizikçilerinin “Unus Mundus”u… Hepsi, zihin ve maddenin tek bir kaynaktan doğduğunu söylüyor. Peki bu kadim bilgelik, bugünün biliminde nasıl yankı buluyor?
Şöyle bir düşünelim, bir Anadolu yerleşkesinde taş duvarın üzerinde güneşin altın ışınları vuruyor. Taşın atomları, milyarlarca yıldır var olan elementlerden oluşuyor. Ama o duvarı “duvar” yapan şey, sadece taşlar değil; onu ören ustaların zihnindeki hayal gücü. İşte tam bu noktada, zihin ve maddenin birlikteliği devreye giriyor. 17. yüzyılda yaşayan filozof Spinoza, bu birliği “Yaratıcı ve doğa tekdir” diyerek açıkladı. Ona göre, evrenin matematiksel düzeni de, insanın düşünceleri de, aynı kökenden filizleniyor.
Peki ya modern bilim? Kuantum fiziğinin öncülerinden Wolfgang Pauli, rüyalarını analiz etmek için psikiyatrist Carl Jung’a gittiğinde, ikisi şaşırtıcı bir keşif yaptı: Senkronisiteler (anlamlı tesadüfler). Örneğin, bir hastanın rüyasında gördüğü sembol, laboratuvarda karşılaştığı bir deney sonucuyla birebir örtüşüyordu. Pauli ve Jung, bu olayı “Unus Mundus” kavramıyla açıkladı: Zihin ve madde, tek bir gerçekliğin farklı yansımaları. Tıpkı Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım” sözündeki dönüşüm gibi…
Bugün CERN’de protonları parçalayan bilim insanları da benzer bir gizemle karşılaşıyor: Bir parçacığın konumu, ancak gözlemlendiğinde netleşiyor. Yani ölçüm yapmak, pasif bir izleme değil, aktif bir “yaratma” süreci. Türkiye’nin yetiştirdiği önemli fizikçilerden Behram Kurşunoğlu’nun dediği gibi: “Evren, sorularımıza cevap verirken kendi gerçekliğini dokur.” Bu, nasıl oluyor da 8. yüzyıl Sufi düşünürü Hallac-ı Mansur’un “Enel Hak” (Ben Hakk’ım) sözüyle bu kadar örtüşüyor?
Belki de cevap, Anadolu’nun kadim bilgeliğinde saklı. Yunus Emre’nin “Bir ben vardır benden içeri” dediği o “ben”, sadece insanın özü değil; aynı zamanda evrenin dokusuna işleyen bir gerçeklik. Nobel ödüllü bilim insanı Aziz Sancar’ın DNA onarım mekanizmalarını keşfederken hissettiği heyecan da, bir neyzenin ney üflerken duyduğu huzur da, aynı kaynaktan besleniyor: Yaratıcı’nın sanatı.
Peki bu birlik, günlük hayatımızda nasıl tezahür ediyor? İşte bir örnek: Türk kahvesi. Toprağın sunduğu çekirdek, ateşle buluşuyor, suyla kaynıyor ve fincana dökülürken insan zihninde bir sanat eserine dönüşüyor. Kahvenin köpüğündeki desenler, sadece kimyasal bir reaksiyon değil; aynı zamanda estetik bir diyalog.
Bilim ve maneviyatın bu buluşması, bize ne anlatıyor? Tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında vurguladığı gibi: “İnsan, kainatın küçük bir modelidir. Onun derinliği, sonsuzluğa açılan bir kapıdır.” Zihin ve madde, bu kapının iki kanadı gibi… Biri diğerini tamamlarken, insanlık, Aslı Erdoğan’ın Taş Bina ve Diğerleri’nde tasvir ettiği o “görünmez bağlar”ın izini sürüyor: “Gerçek, sadece gözle görülende değil, görünmeyenin matematiğinde saklı.”
Bu satırlar bize şunu fısıldıyor: Maddenin atomlarıyla zihnin hayalleri, aynı evrensel partisyonun notaları. Turgut Uyar’ın “Dünyanın En Güzel Arabistanı” şiirindeki gibi: “Bir yanımız ateş, bir yanımız su / Biz bu yangınla söneriz.” Bilimin laboratuvarlarıyla mistik dergâhlar, nihayetinde aynı hakikati arıyor: Tek bir kökenden doğan çokluk.
Nihai sözü, İstanbul’un arka sokaklarındaki bir kitapçının duvarında gördüğüm bir cümleyle bitireyim: “Gerçek, çok yüzlü bir aynadır; her biri, Rab’ın ışığını yansıtır.” Bu cümle, Süleymaniye Camii’nin kubbesinde dans eden güneş ışıklarıyla Boğaz’daki bir araştırma gemisinin sonar dalgalarını aynı karede dondursanız çıkan fotoğraf gibi… Biri ibadetin sessiz dilini, diğeri bilimin sorgulayan sesini taşıyor. Ama ikisi de aynı ışığın izini sürüyor: Varoluşun dokusunu ören o görünmez iplikleri.
Belki de Topkapı Sarayı’ndaki ünlü aynalı odada saklı sırrı anlamak için, sadece tarihe değil, kuantumun “holografik evren” teorisine de bakmalıyız. David Bohm’un dediği gibi: “Gerçeklik, sonsuz katmanlı bir aynalar labirentidir; her yansıma, bütünün sırrını taşır.” Tıpkı Mevlana’nın “Ölmeden önce ölünüz” öğüdünde saklı olan can gibi… Hakikati arayış, ancak benliği aşınca başlar.
Peki ya siz? Akşam çayınızı yudumlarken saksınızdaki en değerli çiçeğinize baktığınızda veya metroda elinizdeki kitabın satırlarını okurken… Hangi yansımanın peşindesiniz? Cevabınız, belki de İshak Paşa Sarayı’nın duvarlarına işlenmiş o nakışlarda, belki de ODTÜ’nün parçacık hızlandırıcısı araştırmalarında saklı. Ama emin olun, hepsi aynı aynanın içinde.
Şimdi soruyorum: Bu aynada kendi yansımanızla karşılaşsanız, ne görürdünüz? Bir bilim insanının merakı mı, yoksa bir dervişin huzuru mu? Belki de ikisi birden… Çünkü gerçek, ancak çok yönlü olabildiğimizde bütünü anlatır.