Koşar adım gidiyoruz ölüme. Arkamıza dahi bakmadan. Önümüzde ne var ne yok aldırış etmeden gidiyoruz. Nelerin üstünden geçtiğimizi, neleri ıskaladığımızı fark etmeden geçiyoruz adına dünya dediğimiz yaşamdan. Tek bildiğimiz şey, zamanı tüketmek, vadeyi doldurmak. Gerisinin bir ehemmiyeti kalmıyor bizim için. Gerçi biz mi zamanı tüketiyoruz, yoksa zamanda biz mi tükeniyoruz, orası da muamma. Her halükarda dünyada en kıymetli hazinemizi tüketirken biz de tükeniyoruz, eksiliyoruz yaşamın yüzünden. Her gün yeni kırışıklıklar ekleniyor yüzümüze. Yeni aklar düşüyor saçlarımıza. Bir yanımız daha çok ağrımaya başlıyor. Birileri yaş alıyoruz deyip kendini kandırmaca oynasa da yaşlanıyoruz hülasa. Her gün bir adım daha yaklaşıyoruz bize tanınan sürenin sonuna.

Her gün kendi içinde yeni bir koşturmacaya uyanıyor. Her gün hayatın en kısa maratonu akşam olunca son bulurken ertesi güne devredilen işlerin Z raporu dahi alınmıyor. Her akşam bir kez daha iflas eden esnaf misali ömrümüz.

Gece olunca pişmanlık duyup verdiğimiz yeminleri sabah olunca unutuyoruz. Yeminlerimizi ömrün kumsalına yazmışız gibi doğan güneş dalga olup siliyor onları. Yeni pişmanlıklara uyandığımızın farkına varamadan bir ömrü daha akşama sürüyoruz.

Doludizgin koşan atlar gibi hissederken kendimizi, bir meçhule sürdüğümüzden habersiziz. Yanılıyoruz, kaybediyoruz. Biz koştuğumuzu zannederken gün gidiyor, biz ise sadece arkasından yoruluyoruz. Kendi gölgemizi avlamaktan başka bir şey değil yaptığımız. Kendi gölgesine dahi varamayan insan, hangi hayaline ulaşır, hangi kavlini yerine getirebilir ki? Güneş hep arkasındaysa yüzünü karanlıktan nasıl kurtarır insan?

Belki de hayatımızın en belirgin gerçeği bu. Sabahın telaşı, öğlenin koşturmacası, akşamın yorgunluğu derken bir de bakmışız ki bir gün daha devrilmiş, güneş dahi bizi terk etmiş.

Takvim yaprakları rüzgârın savurduğu sarı yapraklar misali hızla eksiliyor ömrümüzden. Peki, bu amansız hız içinde hiç durup düşündük mü? Zamanın bu denli kıymetli bir emanet olduğunu ve bu emanetin hesabının bir gün mutlaka bize sorulacağını?

Nasıl ki en kıymetli, en kutsal olan üzerine yemin ederse insan, Yüce Allah da zamanın üzerine yemin ediyor. Vel Asr! “Yemin olsun zamana” diyor.

Bunca boşluğun içinde debelenip dururken bizi çekip alabilecek bir yemin yetişiyor imdadımıza. Kurtulmak isteyene, kendini kuyuda hissedene, uçurumdan aşağı düşmek olana, kaybettiğinin farkına varana...

Bir yemin bizi kendimize getirmeye davet ediyor, yenilgilerimize bir çizik çekerek yeniden başlamak için bir fırsat sunuyor. O'ndan başka her şeyi elinin tersiyle iterek, O'na ram olmaya, davete icabet etmeye vesile bir yemin. Aksi durumda gündelik telaşın içinde zaten hüsranda değil mi insan?

Kaybetmek isteyeni bile kaybetmekten kurtarmak için son ikaz, bütün uyarılara tıkanan kulağı açmak ve menzile varmak için son çağrı: Vel Asr!

Yüce Yaradan şu dünyada en kıymet verdiğimiz olgu olan zamanın üzerine yemin ediyor: Vel Asr!

Vel Asr; dünya koşturmacasının ortasında adeta bir “dur!” nidası gibi yankılanıyor. Tek yemin bir ömre bedel. Zamana yemin olsun ki... Zamanın kendisine yapılan bu yemin, onun ne kadar değerli ve şahitlik ettiği olayların ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Çünkü zaman, sadece bir takvim dilimi değil, aynı zamanda her türlü iyiliğin ve kötülüğün, başarının ve başarısızlığın kaydedildiği bir büyük defterdir.

Bir tehdit gibi görünse de bir uyarıdır Vel Asr, anlayana, idrak edebilene…,

Ziyandan kurtuluşun parolasını vermeden önce dikkatleri üzerine çeken bir hatırlatma: Vel Asr!

Yüce Yaratıcı bize buyurduğu ebedi reçeteye dikkat çekmek ve kulunu hüsrandan kurtarmak için yemin ediyor: Vel Asr!

Bu dikkate kulak verenlere ve hüsrandan kurtulmaya niyetlenenlere selam olsun.