Bir kuşun kanadı, zamanı bıçak gibi keser. Sanki yelkovanın ucuna takılmış bir jilet... Tıkırtılar, geçmişin kemiklerinde değil, şimdi’nin damarlarında dolaşır. “Kal,” diye fısıldar şiir, “sakın gitme.” Ama insan, tam o sınırdadır: Bir adım ötesi uçurum, gerisi tutsaklık. Kediler zehre uzanırken köpekler uyur; bizse sabahın sırtına gece pelerini geçirip çatlakların üzerinde dans ederiz. Kaçmak, belki de ilk içgüdüdür. Tıpkı aynada bedenimizden soyunup bıraktığımız o puslu yansıma gibi: Bir soru. Sivri, katı, karanlık. Oysa zaman yuvarlaktır; kırıntılarına tutunur insan. Bizse telaşla hikâyenin yarısını anlatır, saati bilip günü unuturuz. Pil ile çalışan bu dünyada, kendimizi kuş gagası kadar basit, kuş şarkısı kadar anlaşılmaz hissederiz.
Annemin balkondaki kuşlara ekmek attığı o anlardaki serçeydim ben. O, çayını yudumlarken kırılmış kanatlarımı gözlemlerdi. Yerden havalandığımı da. Demliğin buğusuyla ısınan avuçları, belki de beni hep güçlü görmek istedi. Görünmez yaralar, en çok aynada kendini ele verir. Öyle çok çatlak var ki yüzümde, yansımam kayıp. “Ben bir insanım ellerim var,” diyorum, “ekmek kırıntılarını toplayan, camları silen eller.” Ama aynı eller, yerde gördüğüm her kuş için titrer. Çünkü hiçbiri düşmek için doğmadı. Kanatları, gökyüzünün sözünü taşır. Bizse yere düşen gölgelerle yaşamayı öğrendik.
Zaman, bir kuşun kanadında kırıldığında geriye ne kalır? Bir pişmanlık. Sürekli tekrarlanan “keşke”ler. Tıkır tıkır işleyen bir saat değil; sessizce biriken bir hikâye. Annemin çay bardağındaki dalgalar gibi: Sıcak, dingin, ama dibinde çöken tortularla. Aynada büyüyen çocuk, bir gün teninin içinde yabancılaşır. Derisi onu reddettiğinde, geriye çıplak bir soru kalır: “Ben hangi gökyüzüne aitim?”
Bu soru, bizi sabahı geceye çeviren barlara sürükler. Zamanın dilini çarpıtırız. Oysa kuşlar için zaman yoktur; yalnızca uçuşun ritmi vardır. İnsansa kanat çırparken düşer. Kırık olsa bile. Ellerimiz, en büyük paradoks: Bir yanda dokunur, diğer yanda yıkar. Bir kuşu besleyen de bu eller, onun son nefesini sayan da. İntikam, belki de çaresizliğin en keskin hâli. Yerde gördüğümüz her kuş, bize kendi düşüşümüzü fısıldar. Kalkmak, bir direniştir. Ama biz, ayağa kalkmayı bile lüks sayarız. Annemin çayı soğuyana kadar bekler, aynadaki çatlaklarla konuşuruz.
Oysa kuşlar, balkondaki ekmek kırıntılarına konarken bile gökyüzünü unutmaz. Belki de kendimizi sevmek, bir serçenin kanatlarını çırpışı kadar doğal olmalı. Kırık kanat, uçamayacağımız anlamına gelmez. Yalnızca daha derin bir süzülüştür. Rüzgâr, hâlâ orada. Annem belki görmedi, ama çayının buğusu balkondaki kuşlara karışıyordu.
Ayna bize neyi gösterir? Yalnızca çatlakları değil; sığınaklarımızı da. Yansıma kaybolduğunda, aslında gerçek benliğimizle buluşuruz. Ellerimizle hem ekmek dağıtıp hem camları kırarken, bir kuşun şarkısını mırıldanırız. Çünkü yaşamak, düşmekten daha çok sorgulatır bizi. Ve belki de cevap, kırık kanatlarımızın üzerine düşen gölgede saklıdır.
Durmak, hareketsizlik değil; kendi sesine kulak vermektir. Zamanı bir düşman değil, yol arkadaşı belle. Kanatlar kırık olsa da, rüzgârın dokunuşu hep sırtımızda. Şiir bize şunu hatırlatır: Uçmak, kanatların sağlamlığıyla değil, yüreğin genişliğiyle mümkündür. Annemin balkona serpiştirdiği ekmek kırıntıları, belki de bu yüzden ısıtır içimizi. O küçücük taneler, gökyüzünün bize uzattığı bir merdiven gibi. Düşsek de, kalkmanın sırrı o kırıntılarda saklı: İnsan, ancak kendine inandığında yükselir.
Kırık kanatlarımızla süzülürken bile, rüzgâr bize eşlik eder. Tıpkı annemin çayının buğusunun balkondaki kuşlara karışması gibi... Cesaret, kanatlarımızda değil, adımlarımızın titreşiminde saklı. Ve unutma: Yerden kalkmak için önce yere dokunmak gerekir. Belki de aradığımız tüm cevaplar, düşüşümüzün gölgesinde ışıldıyor.
Kanatlar kırık, zaman bir bıçak sırtında,
Rüzgâr, yaralı tüyleri okşar sessizce.
Annemin avucundaki ekmek kırıntıları,
Gökyüzüne uzanan bir merdiven belki de.
Cesaret, yere düşen tohumda saklı,
Çatlaklar sığınak, yansıma bir pusula.
Uçmak için kanat değil, yürek gerek;
Düşüş, uçuşun ta kendisi aslında...