Bazı kavramlar, insanın hayatını kavrar. Bizi tüm yönlerimizle anlatır, açığa çıkartır içimizdekileri. Bu kavramlar, ruhumuzun ve karakterimizin pencereleridir. Hangi kavram hayatımızın merkezinde ise ona göre hayat felsefemiz tezahür eder. Ziyâret de böyle bir kavram.
Yaz mevsiminde seyahatler artar. Gurbetten sılaya dönüş olur. Kısa süreliğine de olsa oldukça makbul ve bereketli geçer bu dönem. Hâl hatır sormak için de olsa hanenizi ziyâret eden dost, hısım akraba, arkadaş sizi öyle memnun eder ki gönlünüz gönenir, sofranız bereketlenir, huzurla dolar içiniz. Ne ikram edeceğinizi şaşırırsınız. Ziyâret böyle bir etkileşim başlatır.
Ziyâret kavramsal olarak birçok anlamı da içerir. İlk başta hasta ziyâreti gelir akla. Ya hastanede ya da taburcu olunmuşsa evde hasta ziyâreti yapmak geleneğimizdeki yerini hâlâ korur. Burada elbette dikkatli olmak da gerekir. Hastaya moral vermek esastır. Hastalığa dair çok ayrıntıya girmemek lazım. Hasta olan kişi ziyaretinizle güçlenir, mutlu olur. Ne güzeldir böyle ziyâretler.
Gurbetten gelen akrabalar, arkadaşlar olur. Kimisi zahmet olmasın diye habersizce gelir, kimisi de bir çay içmeye uğrayacağız, der. Ama siz yine de durmaz, evde ne var yok, Allah ne verdiyse deyip bir sofra hazırlarsınız. Hep birlikte oturur, yer içersiniz. Berekettir bu. Misafir rızkıyla gelir, denir. Bahtiyardır ev sahibi bu ziyâretten.
Tatillerde memleketinde bulunanlar genelde ev sahipliği yapar. Ziyâret edilen olur. Uzak şehirlerden hatta yurt dışından gelenler ağırlanır, uğurlanır. Ağırlama kadar da uğurlama mühimdir. Misafir yola çıkacaksa ona azık olacak ikramlar hazırlanır. Geleneksel usulle üretilen yiyecek içecek veya meşhur neyiniz varsa bir hediye çantası hazırlarsınız. Misafir biraz mahcup ama kendisini değerli hissederek ikramınızı kabul etmek zorunda kalır. Tabiî onun da eli boş gelmemiştir. Bir hediyeleşme olur. Böyle ziyâretler dostluğu kuvvetlendirir, samimiyeti artırır.
Ziyâret yerleri vardır bir de. Bir yerleşim yerini, geleneği ve inancıyla kültürel anlamda farklı ve etkili kılan bu mekânlar orayı şehir yapar. Bir hafıza ve kültür yatar böyle ziyâret yerlerinde. Şehirlerin böyle ziyâret yerleri insan seline maruz kalır. Yaz mevsiminde de oldukça artan bu türden ziyâretler dikkat çeker. Siz de kültürel mekânların yoğun olduğu şehirde yaşıyorsanız geleniniz gideniz eksilmez. Sizi bu vesileyle hatırlayan ve ziyâret eden dostlarınız olur. İster istemez bu mekânlara dair bilgi sahibi olursunuz. Yaşadığınız şehri tanır, anlatır, ziyâretçilerinizi gezdirirsiniz. Kültür elçisi ve rehberi olursunuz.
Konya’daki birisi Mevlâna’yı; Ankara’daki Hacı Bayram-ı Velî’yi; Kars’taki Harakânî’yi; Tokat’taki Abdülmecid Şirvanî’yi bilir. Şehrin gerçek sahibidir böyle ulvî şahsiyetler. Ziyâret denilince bu şahsiyetlerin türbesi gibi mekânlar da akla gelir. Ziyâretgâhlar ziyâretçilerle dolup taşar. Dua edilir, gönülden bir bağ kurulur. Ruhaniyet ile iletişim kurulur, görülmez ama tefekküre vesile olur. Mekânın havası sizi etkiler. Rahatlarsınız, rahmet çisil çisil yağar, avucunuzu açar beklersiniz ama daha çok kalbinize damlar beklediğiniz o rahmet. İşte böyle ziyâretler sarsılmaz ve sahih bir muhabbeti var eder. Şehri, o şehirdeki dostunuzu, o şehrin tarihini, kültürünü seversiniz. Memleket sevdası böyle ziyâretlerle artar.
Ziyaret saati, ziyaret günü gibi yapılar da vardır. Bu tamlamalar bize hapishaneleri, hastaneleri hatırlatır. Bilhassa hapishaneler için “ziyâret” kelimesi öyle derin, öyle hüzünlü ve öyle unutulmaz anları içinde barındırır ki insanın hep durduğu, beklediği bir zamana dönüşür. Hapishanelerdeki bu manzaralardan ve hatıralardan külliyat olacak eserler ortaya çıkmıştır. Zaten bizde içeri düşmeyen büyük sanatçı yok gibidir. “Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş/Karanfil kokuyor cıgaram/Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...” diyordu Ahmed Arif. “Görüş Günü” şiirinde Enver Gökçe, “Bu gün görüş günümüz/Dost kardeş bir arada/Telden tele/Mendil salla el salla/Merhaba” derken de ziyâret ile hayat buluyordu.
Ziyâret eden kadar ziyâretçi olmak da güzel değil midir? Bir dostu sevindirmek, bir şehirden başka bir şehre giderken bir dosta uğramak. Hemhâl olmayı unuttuk. Dostun hâlini bilmek ve onunla duygudaş olmak kadar insana iyi gelen başka ne kaldı şu çağda? İnsan yanlarımızı beslemek, kıymet vermek, kıymet bulmak hangi reçetede yazar, hangi tabip tavsiye eder? Maddeyi iyileştirmek, onarmak mümkün olabilir ama mana öyle mi? İhmal ettiğimiz yanımız bu değil mi? Teslim olunca bir dostun yüreğine, teslim olunca bir sevgilinin sözüne, gözüne gamdan dağlar olsa ne olur, ne yazar ki dünyalık dertler? Yeter ki bir dostu gönlümüze düşürelim, o bir gün çıkar gelir. Buluşursunuz, muhabbet deryasına açılırsınız. Uzaklar yakın olur. Ziyâret makamı kalbiniz olur.
Asıl yurdu burası mıydı insanın? Dünya da ziyâret yeri değil midir? İnsan da ziyâretçi. Evet, hakikati hatırlatır her ziyâret çünkü mahdut bir zamandadır her şey. Ömür de öyle. Her şey kalacak. Sizden kalan, sizi hatırlatacak ve sizden sonra gelenler ziyâret edecek sizin geçtiğiniz şu yerleri. Kim kimler geldi geçti, şimdi neredeler?
Ayrılacağız. Ziyâret günü, görüş günü, ziyaret saati bitecek ve elveda diyeceğiz. Tıpkı Behçet Aysan’ın şu dizelerinde olduğu gibi:
”İşte geldi yine ayrılığın saati
Ah durdurabilsem akan zamanı
Birazdan gidecek belki hiç göremem
Söyleyebildiğim tek şey nasılsın
Oysa daha değmedi gözlerimiz bile
Kaldım tel örgülerde
Acılar, anılar ve günlerimiz
Kaldı tel örgülerde
Götürdüler beni”
Bizi de bir gün birkaç dost omzuna alıp götürecek. Nasıl geçtiğini anlayamadan dünya ziyâretimiz sona erecek. Ziyâretçi bekleyeceğiz unutulmuş bir mezarda. İyisi mi yaşarken mezar olmadan kalbimiz, ziyâretçisiz kalmasın gönlümüz.