Allah, Kur’an-ı Kerim’de önce Kendisini tanıtır. Bir yandan, Yaratıcı Allah hakkında bilgi verirken öbür yandan da O’nunla “ilişki kurdurur.” Bu nedenle Allah’ı anlamanın ilk yolu, Allah’ın Kendi Kendisi’ni nasıl anlattığını Kur’an’dan okumaktır. Bu konuda Kur’an iki yol izler:
Birincisi, Müslüman düşünürlerin de belirttikleri gibi “Zat” olarak hiçbir şey Allah’a benzememektedir. Hem O evveldir, âhirdir, zahirdir, batındır. Bu zemin, Allah’ın sınırsız enginliğini ve mutlaklığını öğretir.
İkincisi, Allah’ın yakın ve yeterli oluşudur (Sıfatî yakınlık).
Kur’an söz konusu olduğu için İnsan-Allah ilişkisi ile ilgili insanın teslimiyetini, acziyetini, Rabbi’ni tanımasını ve O’na kulluğunu Peygamberlerin muhteşem örnekliği eşliğinde görelim:
Hz. İbrahim
İnsan-Allah ilişkisinde "akıl yürütme" ve ardından gelen "mutlak teslimiyet" dengesini en iyi temsil eden Halilullah İbrahim’dir (as). Onun yıldızlara, aya ve güneşe bakıp "Rabbim bu mudur?" diye sorması, batıp gittiklerinde ise "Ben batanları sevmem" (La uhibbu’l ‘afilin) demesi akıl ile varılabilecek en doğru neticedir.
Keza bu, varlığı gibi yokluğu da olası olan insanın "mümkinu’l-vucud" değişen, batan, sınırlı ile varlıklarla; varlığını hiçbir şeye borçlu olmayan "Vacibu’l-Vucûd" yani asla değişmeyen; Evvel, Ahir, Ezel ve Ebed arasındaki farkı ayırt etmesidir. Hz. İbrahim, değişen hiçbir şeyin İlah olamayacağını akılla bulur. Akılla başlayan “ilişki” muhteşem bir güvene dönüşür: İbrahim (as) ateşe atıldığında "Hasbunallah (Allah bana yeter)” diyerek bu güveni zirveye çıkarır.
Hz. Yunus
İnsan-Allah ilişkisinde acziyetin en müşahhas örneğini Yunus Peygamber’in şahsında görebiliriz. Doğrusu, "insanın ontolojik acizliği"ni en dramatik şekilde Hz. Yunus'un balığın karnındaki halinden anlıyoruz. Onun denizin dibinde, zifiri karanlık olan balığın karnında, "Senden başka ilah yoktur, Seni tenzih ederim, ben zalimlerden oldum"[1] figanı, sebeplerin tamamen sustuğu an, insanın gücünün ve umutlarının bittiği yerdir. Ama Yunus (as) için hiçbir şey bitmemiştir: La ilahe illa ente… Bu “tevhid”dir yani sadece ve yalnızca “Sen” varsın. Subhaneke… Bu da tenzihtir yani “Sen” her türlü eksikten, kusurdan, yetersizlikten münezzehsin Rabbim. İnni kuntu minezzalimin… Bu da “itiraf”tır yani eksik olan benim ve dahi kusurluyum, öyle ki kendim zulmettim, dedi. Yunus (as) dönüp kavmi için, ama onlar da beni az zorlamadılar, demedi. İnsan-Allah ilişkisinin "kurtarıcı" boyutu burada devreye girer. İnsan kendi "hiçliğini" kabul ettiği an, Allah'ın "Rahmet ve Kudreti" tecelli eder.
Hz. Musa
Tecelli arzusunun zirve yaptığı şahsiyettir Musa Peygamber. İnsanın Allah ile "konuşma"sının ardından bir de O'nu "görme" arzusunu, yani ilişkinin "yakınlık" boyutunu Hz. Musa çok güzel bir şekilde temsil eder. Onun, Tur Dağı'nda Allah ile konuşması ve sonra, "Rabbim, bana görün, Seni göreyim" demesinin ardından cevap olarak dağın tecelli ile paramparça olması, kendisinin baygın düşmesi tanıma ve beraberinde gelen “yakınlık” arzusudur. Ancak bu hadise gösterdi ki, yaratılmış olan (insan/dağ) “Yaratıcının Zatı”nı kaldırmaya güç yetiremez. Yani sınırlı olan, Sınırsız'ı kuşatamaz, ontolojik uçurum da kapanmaz.
Hz. Muhammed Mustafa
“Abduhu/Kulu” dendiğinde akıllara gelecek ilk isim Muhammed Mustafa’dır, nam-ı diğer: kullukta zirve nokta.
Şayet insanlık ailesi toplansa ve zirveye tek bir örnek verecek olsa, bu "kulluk" makamı için numune şahsiyet Hz. Muhammed (sav) olmalıdır.
İsra-Mirac hadisesinde kendisine varlık âleminin sınırları kaldırıldığında, yani en yüksek manevi makama çıkarıldığında bile Kur'an Muhammed Mustafa’dan "Kulunu (Abduhu) bir gece yürüten..." diye bahseder. Dikkat buyurun lütfen; O hadisede bile Muhammed Mustafa için "Resulünü" ya da "Nebisini" demiyor, altını, üstünü, kenarlarını çizerek: "Kulunu" diyor Allah (cc). Neden mi?
Çünkü insan ne kadar yükselirse yükselsin, Allah ile ilişkisindeki ilk ve en şerefli makam "Kulluk"tur. Kulluğu kabul edilmeyenden peygamber mi çıkar? Anlayacağınız ilişki ciddidir, hakiki olmayı gerektirir.