Kelimelerin bir anavatanı vardır. O vatandan koparıldığında boynu bükük kalırlar. Hepimiz bunu hissederiz. Bütün dilleri konuşsanız bile bazı hisleri kendi dilinizden başka bir dilde tam olarak anlatamazsınız. Bir yabancıya “gönül” kelimesini saatlerce açıklayabilirsiniz; “hasret”in sadece özlemek değil, içinde hem acıyı hem umudu barındıran o derin sızı olduğunu anlatmaya çalışabilirsiniz. Ama nafile. Onun içine sığan o koca alemi asla tam olarak aktaramazsınız. Bu bir zayıflık mıdır? Aksine. Bu, bir medeniyetin kendine has mührü, derinliğinin en açık ispatıdır. Bir kültürün zenginliği, başka dillerde tam karşılığı olmayan kelimelerinin sayısıyla ölçülür. Peki, kendi hazinesinden habersiz olup da başkasının parıltısına aldanan bir zihniyet nasıl ortaya çıkar?
Yakın tarihimizde, bu topraklara ait olan her şeye bir utanç lekesi gibi bakanlar oldu. Kendi müziğinden, kendi mimarisinden, kendi kelimelerinden utanan ve Batı’dan gelen her şeyi sorgusuzca üstün kabul eden bir zihniyet türedi. Bu, bir milletin ruhuna zerk edilmiş en tehlikeli zehirdi. Bu zehrin etkisiyle kendi tarihine ve değerlerine yabancı nesiller yetişti. O zehir, milleti kendi özüne yabancılaştırır ve kendi değerlerine karşı bir aşağılık duygusu yaratır. Kendi medeniyetinin inceliklerini bilmeyen, başkasının kaba taslak çizimlerine hayran kalır. Çok şükür ki milletimiz bu uzun uykudan uyandı. Artık kendi kimliğine güvenen, tarihiyle barışık ve geleceğe umutla bakan bir Türkiye var. Bu yeni ve sarsılmaz özgüven, gücünü nereden alıyor?
Elbette, başkasının aklıyla ölçemeyeceği, sadece bizim kalbimizle hissedebileceğimiz o derin manadan alıyor. “İrfan” kelimesini hangi makineye, hangi formüle sığdırabilirsiniz? “Vefa” hissini hangi teknolojiyle üretebilirsiniz? Bu kelimeler, basit iletişim araçları değildir. Onlar, bizim medeniyetimizin taşıyıcı sütunları, ruhumuzun tapu senetleridir. Dilimiz, bizim en korunaklı kalemizdir; her kelimesi bir tuğla, her deyimi bir siperdir. Bu kale düştüğü an, kimliğimiz de esir alınmış demektir. Günümüzün en büyük tehlikelerinden biri de budur. Ruhsuz makinelerle, yapay zekalarla dilimizin ruhunu çalmaya, o derinliği sığ bir anlayışa hapsetmeye çalışıyorlar.
Sanıyorlar ki her şey veridir, her şey tercüme edilebilir. Oysa bizim irfan geleneğimiz, gönül coğrafyamız onların ölçüm aletlerini bozar, formüllerini altüst eder. Makine bilgiyi işler, insan ise o bilgiyle yoğrulur, hikmet sahibi olur. Bir makine, bir kelimenin yüzeydeki anlamını çevirebilir ama o kelimenin arkasındaki bin yıllık birikimi, acıyı, sevinci, imanı asla hissedemez. Hissetmediği şeyi ise aktaramaz. Bu yüzden, dilimizi ve kültürümüzü bu mekanik istilaya karşı korumak, bir istiklal mücadelesi kadar kutsaldır.
Bizi anlamak için çabalamalarına gerek yok. Bırakın, kendi dar kalıplarıyla bizi ölçmeye devam etsinler. Bizim zenginliğimiz, onların bizi bir türlü anlayamamasında gizlidir. Bizim kendimizi başkasına anlatma gibi bir mecburiyetimiz yoktur; bizim kendimizi anlama ve bilme gibi bir sorumluluğumuz vardır. Pusulamız kendi vicdanımız, dayanağımız kendi imanımız olduğu sürece yolumuzu kaybetmeyiz. Çünkü bu topraklarda bin yıldır fısıldanan o kutlu gerçek, bugün her zamankinden daha gür bir sesle yankılanıyor.