Keskin bir zeka ile duygusal derinlik arasında her zaman bir bağ kurmuşumdur. Doğru yargıyı besleyenin katıksız bir vicdan olduğunu varsaymamda olduğu gibi… Zekanın alındaki tecessümü ile duygusal derinliğin gözlerdeki ışıltısı birbirine kardeş gibi görünüyor. Zeka düzeyi düştükçe hassasiyet de azalıyor. Hassasiyet azaldıkça sorumluluk da geri çekiliyor. Hal böyle olunca alıklardan merhamet beklemek safdillik değil de nedir? Dünyayı umursamayan insanlar, aynı zamanda kalplerinden hissedişi de söküp atmış olanlardır. Sevgiyle bağlı olmadığınızda sorumluluk da almıyorsunuz. Sorumluluk almadığınızda hayata bulanık gözlerle bakıyor, günlerinizi derin kavrayıştan yoksun yüzeysel dokunuşlarla dolduruyorsunuz. Dünyaya yönelen hayranlık, onu yaratan mutlak iradeye övgüden bağımsız düşünülebilir mi? Biz peygamberleri, filozofları, sanatçıları, bilim insanlarını sadece zekalarından ötürü mü kutsuyor, bağrımıza basıyoruz? Hayır, elbette o zekanın yanına aldığı geniş bir yürek, o yüreğin bağrında yeşermiş derin bir hassasiyet var ve elbette zekayı özsuyuyla beslemeyen bir yüreğin insanlığı getirdiği yer ortayı tartışmaya bile gerek yok.
Peki keskin zeka ile derin hassasiyetin buluştuğu yer neresidir? Hayat bize nerede, hangi dönemeçte bu ikisini armağan eder? Fıtrat bir tarafa bırakılırsa yalnız geçirdiğimiz mekanlar, kitapla içli dışlı olunan zaman dilimleri, bizi dış dünyanın hengamesinden alıkoyan, kendi varoluşumuz ile baş başa bırakan hapishaneler bu keskin görüş ile derin duyarlılığı sağlayabilir. Sanatın, bilimin ve felsefenin doğduğu yerlerden bazılarıdır bağlamlar. Nietzsche’nin şahsında Zerdüşt’ün çekildiği mağara ile Hıra arasında nasıl da doğrusal bir çizgi var! Benzer biçimde Yusuf ile Dostoyevski’yi aynı gökkuşağının altına çeken de burası olmalıdır. Öyle görünüyor ki dünyayı inşa, hayatı ihya edenlerin yolu hep bu keskin bakış ile derin hassasiyet pınarlarına eğilenlerden geçmiştir.
Ölüler Evinden Anılar adlı kitabında Dostoyevsi’nin anlattığı tam da budur: Hayatın harcını keskin zekanın yanına eklenmiş derin hassasiyetler kurar. Gerçek hayatında Sibirya’ya sürülmüş bir kürek mahkumu olarak bizzat kendisi, hem de bu eseriyle bize bir kez daha merhamet ile vicdan sentezinin sayısız örneklerini sunar. Bu örneklerden biri hiç kuşkusuz, mahkumiyetinin daha ilk günlerinde yaşadığı bir hadisede somutlaşır ve sahneyi yazar bize şöyle anlatır: “Ortalık kararınca, tek başıma koğuş binasının arkasındaki duvar boyunca dolaşmaya başladım. Birden bire bana doğru koşan Şarik’i gördüm. Şarik hapishanemizin köpeğiydi, askeri bölüklerde ve topçu bataryalarında bulunan köpekler gibi bir köpekti. Çok eskiden beri hapishanedeydi, kimsenin malı değildi. Herkesi sahibi biliyor, mutfak artıklarıyla besleniyordu. Şarik beyazla karışık siyah tüylü, irice, henüz pek yaşlı olmayan, zeki bakışlı, kuyruğu tüylü bir köpekti. Onu kimse sevip okşamaz, umursamazdı. Hapishaneye geldiğim ilk gün sırtını okşamış, elimle ekmek vermiştim. Severken uslu uslu duruyor, yüzüme tatlı tatlı bakıyor ve memnuniyetini belirtmek için kuyruğunu sallıyordu. Şimdi de beni –yani birkaç yıldır onu okşamayı ilk defa akıl eden insanı- uzun zaman göremeyince mahpuslar arasında dolaşarak beni aramaya başlamıştı, koğuşun arkasında karşılaşınca hafifçe inleyerek bana doğru koştu. Birdenbire, bana ne oldu bilemiyorum, ama köpeğe sarılıp başını göğsüme bastırdım ve öpmeye başladım; Şarik ön ayaklarını omuzlarıma koymuş, yüzümü yalıyordu. ‘İşte kaderimin bana yolladığı dost’ diye düşündüm ve o günden sonra da bu ilk ve en son ağır gelen acıklı dönemimde, her işten dönüşümde, koğuşa girmeden hemen koğuşun arkasına gitmeye başladım; orada, sevincinden önümde ince bir sesle inleyip boyuna zıplayan Şarik’in yanına çömelir, başını ellerimle sararak öper, öperdim. Bu anlarda bütün varlığımı hem tatlı, hem de azap veren tuhaf bir duygu kaplardı. Duyduğum bu acıdan adeta övündüğümü hala unutamam; bütün dünyada beni seven, bana bağlı olan tek bir yaratığın sadık dostum Şarik olmasıyla övünürdüm.” Bugün, özellikle belki şu an, bu yazı yazılırken bile üzerine bomba yağdırılan çocukları düşününce insanın en değerli özünün keskin bir kavrayış ile derin bir hassasiyet olduğu gerçeğini vurgulamalı değil midir? Elbette Donald Trump veya dünyayı kana bulayan, ülkeleri mezbeleliğe dönüştüren öteki siyasilerin kavrayışı ile hassasiyetlerini Dostoyevski’yle mukayese etme ahmaklığını göstermeyeceğim ama yine de olan, olması gerekene biraz daha yaklaştırılamaz mıydı? Sanıyorum meselenin özü şudur: Biz galiba özgürlüğü elinden alınmış bir mahkumun ihmal edilmiş bir köpeğe gösterdiği sevgi ikliminden dünyayı nobranca yönetenlerin insan evlatlarına köpek kadar değer vermediği yeni bir iklime geçtik. Dünyayı alıklara bıraktığımızda çocuklarımız kalpsizliğin kurbanı oluyor.