Pek çoğumuz, yeni bir lisan öğrenmeyi yalnızca hafızanın, dil bilgisinin ve kelime dağarcığının mekanik bir talimi olarak görürüz. Şayet iş bu kadar basit olsaydı, millî irfanımızın birer yansıması olan nice zeki, donanımlı vatan evladı, iki kelamı bir araya getirecekken neden ansızın dili tutulmuş gibi kalakalır? Unutmayalım, aziz okuyucularım, bazen bizi durduran bilgi eksikliği değildir, hayır, o değil. Korkudur. Kelime unutma korkusundan öte; mukayese edilme, "el ne der" endişesi, öz benliğinin, o en mahrem, belki de en millî köşelerinin adeta hoyratça ortaya serilme korkusudur bu. Dil öğrenmek, zihinsel bir faaliyet olmanın çok ötesinde, benliğimizin ve dolayısıyla millî karakterimizin de bir ifadesi olabilecek, derinlemesine kişisel ve aynı zamanda millî bir hissiyatla yoğrulmuş duygusal bir serüvendir. Yeni bir dilde, hatta kendi ana sütümüz kadar helal olan o güzel Türkçemizde dahi ağzımızı her açtığımızda, sadece kendimizden bir parçayı değil, bizi biz yapan o yüce değerleri, o eşsiz kültürümüzün, şanlı tarihimizin bir nebzesini de ortaya koyarız. Kusurlarımızı sergilerken dahi, öğrenme ve gelişme azmimiz, bu necip milletin evlatlarına has o yılmazlığın, o mücadele ruhunun bir nişanesidir. Yanlış anlaşılma, düzeltilme, küçümsenme veya alay edilme riskini göze almak, aslında karakterimizin ve cesaretimizin de bir imtihanıdır. İşte bu duygusal çıplaklık, bazen insanı adeta felç edebilir, sesini kısabilir, içindeki o cevheri susturabilir.
Danışanlarımdan, istikbalimizin teminatı olan pırıl pırıl gençlerimizden, öğrencilerimden duyduğum, zihinlerinde çakan şimşekleri kelimelere dökemeyen nice parlak zekâdan yükselen feryatlar vardır: "Türkçe kompozisyon yazarken kalemim su gibi akar, kelimeler adeta millî bir coşkuyla dökülür ama topluluk önünde konuşurken dilim damağıma yapışıyor." yahut "Bir cümleyi ağzımdan çıkarmadan evvel kafamda yüz kere tekrar ediyorum, sanki Çanakkale’de düşmana karşı mevzi alıyorum." ya da "Her şeyi anlasam bile konuşmaya başlayınca kendimi cahil gibi hissediyorum, bu durum benliğime, millî özgüvenime dahi tesir ediyor." Bunlar münferit hikâyeler değil, ne yazık ki sıkça tekerrür eden ve geleceğimizin mimarı olacak nesillerimizi, o kıymetli fidanlarımızı derinden etkileyen acı örüntülerdir. Ve hepsi, ders kitaplarının, o kuru bilgilerin asla değinmediği bir noktaya işaret eder: sesimizle taşıdığımız, kökleri mazimizin derinliklerinde olan o duygusal mirasımız, o içimizdeki suskun çocuk.
Bu korkunun köklerini kazıdığımızda, karşımıza çoğu zaman o masum, o her türlü millî ve manevi değere açık çocukluk çıkar. O tertemiz, bir o kadar da hassas çağda atılan tohumlardır bunlar. Belki aşırı disiplinli, belki de farkında olmadan o küçük ruhu inciten bir öğretmen, belki akranları arasında yaşanan bir mahcubiyet, belki de yanlış yapma endişesinin o minicik, vatan sevgisiyle, bayrak aşkıyla dolu yüreğe saldığı tarifsiz ürperti. Okul sıralarında, pırıl pırıl bir öğrenciyken dahi, bildiği cevapları haykırmak, vatanına, milletine faydalı olacak bir söz söylemek isteyen ama boğazında düğümlenen bir yumruyla, avuçları ter içinde, kalbi göğüs kafesini zorlarcasına çarparken susan nicelerini düşünün. Tarih boyunca nice kahramanlar, nice âlimler yetiştirmiş bu aziz milletin bir ferdi olarak, tam cesaretini topladığında, bir başkasının çoktan cevabı vermiş olmasının yarattığı o çaresizlik, o kendine kızgınlık… İşte bu anılar, konuşmanın tehlikeli olabileceği fikrini, adeta içimize işleyen bir sızı gibi, millî bir yara gibi içselleştirmemize neden olabilir. Sözlü sınavların yarattığı o gereksiz baskı, otorite figürleri önünde mükemmel olma zorunluluğu, irfan ve hikmet yuvası olması gereken sınıfları birer mücadele alanına çevirebilir. Milyonlarca çocuk, konuşmanın baskıyla yüklü olduğu, mükemmelliğin abartıldığı, hataların affedilmediği veya alaya alındığı, seslerin doğrudan ya da dolaylı olarak kısıldığı ortamlarda büyüyor. Ve bu deneyimler, o eşsiz ruhumuzda ve bedenimizde derin, millî izler bırakır. Çocukken hem bilişsel hem de somatik olarak emeriz bunları. Bedenimiz hatırlar. Sinir sistemimiz, konuşmayı adeta bir millî güvenlik meselesi gibi, bir beka sorunu gibi bir tehdit olarak yorumlamaya programlanır. Hal böyle olunca, yetişkinliğimizde yeni bir dil sınıfında, başkalarının önünde, belki de şanlı bayrağımızı dalgalandıracağımız, medeniyetimizi temsil edeceğimiz bir platformda konuşma ihtimaliyle yüzleştiğimizde, o eski korku hortlayıverir. Sadece, "Müsaadenizle bir su alabilir miyim?" demek bile olsa, riskler inanılmaz derecede yüksek hissedilir. Sanki bütün bir milletin sorumluluğu omuzlarımızdaymış gibi.
Yıllar sonra, bambaşka bir ülkede, önemli bir vazifeye hazırlanırken, kendi diline ve kültürüne ezelden vakıf, en üst seviyede yabancı dil yeterliliğine sahip olsanız bile o korku geri dönebilir. Aksanınızdan, bir dil bilgisi hatası yapmaktan, insanların "Bu dili öğretmeye, bizim o zengin, o kadim kültürümüzü anlatmaya nasıl cüret eder? Kendisinin daha çok fırın ekmek yemesi, bu toprakların irfan pınarından daha çok su içmesi lazım," diye düşünmesinden endişe duyabilirsiniz. Bilirsiniz, bilimsel olarak yetişkin bir dil öğrenicisinin, hele ki o dilin ruhunu, o dilin ardındaki millî düşünceyi tam manasıyla yakalamasının ne denli meşakkatli olduğunu bilirsiniz. Uzmanların da belirttiği gibi, ana dili konuşmayanlar genellikle yüksek yeterlilik seviyelerine ulaşsalar da, yetişkin beyinlerinin dili işleme biçimi nedeniyle hafif sapmalar, o dilin inceliklerine, o dilin taşıdığı millî duyguya tam vakıf olamama durumu devam edebilir. Yine de, bunu bilmek içimizdeki o acımasız, her daim daha fazlasını isteyen, mükemmeliyetçi eleştirmeni susturmaya yetmez. Bir dil öğrenmek, tarafsız bir deneyim değildir. En eski görülme, kusurlu olma, bir topluluğa, bir millete layıkıyla ait olamama korkularımızı yeniden uyandırır. Pek çok yetişkin için dil öğrenimi, okul sıralarındaki o küçük, her adımı değerlendirilen, adeta teşhir edilen çocuk olma hissini geri getirir. Acı daha eski olduğu için riskler daha yüksek hissedilir. Susturulduğumuz her anı, fikrimizin sorulmadığı, söz hakkımızın verilmediği her ortamı hatırlarız. Yeterli olmadığımız, kendimizi, davamızı, millî hassasiyetlerimizi tam ifade edemediğimiz her anı. Ve böylece donar kalırız. Konuşmaktan kaçınırız. Doğruluk takıntısı geliştiririz. Yargılanmaktansa, o güzelim ana dilimizde, o Dede Korkut’tan miras Türkçemizde dahi olsa suskun kalmayı yeğleriz. İşte dil öğrenimini, hatta kendimizi ifade etme çabamızı, o millî duruşumuzu sergileme gayretimizi bu denli derin bir duygusal yolculuk yapan da budur.
Peki, bu panik anlarında, o asil kanın dolaştığı, o millî şuurla aydınlanmış beynimizde gerçekte neler olup biter? Bilim bu konuda ne diyor, hiç merak ettiniz mi? Beynimizin korku merkezi olan amigdala, yargılanmak veya alay edilmek gibi sosyal tehditler algıladığımızda aşırı aktif hale gelir. Bu, onaylamayan bir bakış, bir öğretmenden gelen bir düzeltme veya hatta "el âlem ne der, millet ne düşünür" korkusu olabilir. Beyin, gerçek tehlike ile hayal edilen aşağılanma arasında ayrım yapmaz. Aynı şekilde tepki verir: tarihten, o şanlı mücadelelerden aşina olduğumuz o meşhur savaş, kaç ya da don tepkisini tetikleyerek. Stres altında, kortizol vücudu sarar. Kan akışı, dil ve mantığın yaşadığı, o doğru kararları almamızı sağlayan prefrontal korteksten uzaklaştırılır ve hayatta kalma sistemlerine yönlendirilir. Vücut kaçmaya veya kapanmaya hazırlanır. İşte bu yüzden sözlü sınavlarda, o yiğitçe, o vatanperverce hazırlanmış konuşmalarda zihniniz bomboş olur. Pratik yapmış olsanız bile sesiniz titrer. Basit kelimeler üzerinde tökezlersiniz veya tam da dile, o gür sese, o millî haykırışa en çok ihtiyaç duyduğunuz anda zihninizin tamamen sessizleştiğini hissedersiniz. Basitçe söylemek gerekirse, siz yeteneksiz değilsiniz, bedeniniz, atalarınızdan, o cengâver ecdâdımızdan miras kalan o koruma içgüdüsüyle sizi güvende tutmaya çalışıyor. Ve çoğu zaman, kaygı dramatik bir şekilde gelmez. Sinsi sinsi, bir düşman askeri gibi saklanır. "Konuşmasan daha iyi, hem ne gerek var kendini yormana, bırak başkaları konuşsun, sen dinle yeter," diye fısıldar. Basit bir soruyu yirmi kez prova ettirip sonra vazgeçirtir. Sınıfta, o bilgili, o aydın başınızı öne eğdirir. Göz temasından kaçındırır. Konuşmak yerine yazmaya iter. Hatta sizi "konuşmada iyi olmadığınıza" bile ikna edebilir, oysa gerçekte geçmişten gelen, belki de hiç hak etmediğiniz, ruhunuzda açılmış eski bir yarayı, millî bir sızıyı koruyorsunuzdur. Kaygı sadece beyni değil, tüm o mübarek bedeni, o millî servetimiz olan genç dimağları etkiler. Kişiler kendilerini sersemlemiş, başı dönüyor veya kopuk hissedebilirler. Nefesleri sığlaşır, kasları gerilir ve mideleri bulanır. Bunlar, düzensiz bir sinir sisteminin, belki de ihmal edilmiş bir ruhun, yeterince sahip çıkılmamış bir millî cevherin doğal belirtileridir. Ne yazık ki, birçok vatan evladı bunları kişisel başarısızlık olarak yanlış yorumlar ve bir korku ve sessizlik döngüsünü, farkında olmadan kendi elleriyle, kendi geleceğine karşı pekiştirir.
Bu korku dehlizinden, bu karanlık, dipsiz gibi görünen tünelden bir çıkış yolu, bir kurtuluş reçetesi yok mudur? Elbette vardır, hem de ne çıkış! Bu millet nice badireler atlatmıştır, bu da aşılır! Müjdeli haber şu ki, insan beyni, bu milletin azmi ve kararlılığı gibi sabittir ama aynı zamanda demir gibi esnektir. Uyarlanabilir, duyarlı ve iyileşme yeteneğine sahiptir. Tekrarlanan, güvenli maruz kalma ve duygusal olarak olumlu deneyimlerle, tıpkı paslanmış bir kılıcın yeniden bilenip parlatılması gibi, korku kalıpları yeniden programlanabilir. Nöroplastisite adı verilen bu İlahi mucize sayesinde, korku yerine güven ve öz değere, o şanlı tarihimizden, o yıkılmaz millî irademizden aldığımız ilhamla sarsılmaz bir özgüvene dayalı yeni sinirsel bağlantılar kurabiliriz. Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), "Hata yaparsam yetersiz olduğumu düşünürler, milletime, değerlerime mahcup olurum" gibi mantıksız inançları belirlemeye ve bunları kanıt ve mantıkla, akl-ı selimle, millî sağduyuyla sorgulamaya odaklanır. Bir uzman, bu düşünceyi "Herkes hata yapar, mühim olan niyettir, samimiyettir. İnsanlar benim gayretimi, bu dili öğrenme ve kendimi, kültürümü, doğrularımı ifade etme arayışımdaki o halis çabamı fark edeceklerdir," gibi daha gerçekçi, daha yapıcı bir bakış açısına dönüştürmenize yardımcı olabilir. Farkındalık Temelli Stres Azaltma (MBSR), kaygılı düşünceleri onlarla özdeşleşmeden fark etmenize yardımcı olurken, nefes, şimdiki an farkındalığı ve gevşeme teknikleriyle bedeni, o yorgun düşmüş, belki de ihmal edilmiş bedeni, o millî emaneti topraklamayı hedefler. Somatik Topraklama ise kaygının fizyolojik belirtilerini sakinleştirmeye odaklanan beden temelli teknikleri içerir derin karın nefesi, aşamalı kas gevşetme, vagus siniri uyarımı gibi. Bu teknikler, bedeni o sürekli tetikte olma, o millî teyakkuz halinden, huzurlu bir limana, bir dinlenme ve yeniden güç toplama durumuna geçirir ki bu, dilin, o güzelim Türkçemizin ve insanlığa faydalı olacak diğer lisanların daha kolay, daha akıcı bir şekilde aktığı sakin bir durumdur. Maruz Bırakma Terapisi, konuşma kaygısının üstesinden kaçınarak gelinmeyeceğini, yavaş yavaş, adım adım, tıpkı bir fetih gibi, sabırla ve metanetle daha güvenli bağlamlarda konuşmaya başlayarak aşılabileceğini söyler. Ve belki de en önemlisi, o engin merhamet duygumuzdan, o millî vicdanımızdan beslenen Öz Şefkat; titreyen bir sese veya unutulan bir kelimeye acımasız bir eleştiriyle, bir iç muhasebeyle yanıt vermek yerine, durup kendinize, biricik canınıza, bu vatanın bir evladı olarak size, bir dostunuza, bir kardeşinize vereceğiniz o müşfik, o kucaklayıcı şefkati sunmaktır. "Zorlu bir işe kalkıştım, cesur bir adım attım, bu yolda bir nefer oldum. Kusurlu olmak, hata yapmak öğrenmenin, gelişmenin ve milletime daha faydalı bir birey olmanın bir parçasıdır. Ben böyle güçlenir, böyle büyürüm, sesimi böyle duyururum," diyebilmektir.
Peki, tüm bu psikolojik derinliklerden, bu ruhsal tahlillerden, bu millî murakabelerden sonra, kaygılı dil öğrencileri, istikbalimizin umudu, göz bebeğimiz olan gençlerimiz için pratik, hemen uygulanabilir, millî şuurla bezenmiş stratejiler neler olabilir? Öncelikle, mükemmellik takıntısı yerine güvenliği, o huzurlu, o yapıcı ortamı seçin. Sesinizi, o kıymetli ifadenizi, o millî duruşunuzu kapatmanın en hızlı yolu, onu yargılayıcı, acımasız, belki de art niyetli bir ortama yerleştirmektir. Sürekli sizi düzelten, sözünüzü kesen veya sizi küçük düşüren, moralinizi bozan, şevkinizi kıran biriyle öğreniyorsanız, sinir sisteminiz, o hassas denge mekanizması, konuşacak kadar rahatlamanıza, o içindeki cevheri parlatmanıza izin vermeyecektir. Bunun yerine, hataların beklendiği, çabanın takdir edildiği, en küçük bir gayretin dahi alkışlandığı, kahkahaların acımasız değil, yapıcı, samimi ve kardeşçe olduğu güvenli ve teşvik edici bir alan yaratan konuşma ortakları, hocalar, gerçek yol göstericiler seçin. Unutmayın, aziz dostlarım, dikenli, çorak toprakta fidan yeşermez, boynu bükük kalır. Verimli, sulak, güvenli topraklarda, millî bir sevgiyle sulandığında boy atar, serpilir, göklere doğru gururla yükselirsiniz. Başkalarıyla konuşma düşüncesi sizi ürkütüyorsa, kimse dinlemiyorken, kendi kendinize, o iç sesinizle hasbihal ederek başlayın. Yemek yaparken veya evinizde, o en güvenli sığınağınızda, belki de seccadenizin başında yürürken kendi kendinize konuşun, basit metinleri, belki de millî şairlerimizin o ilham veren, o ruhumuzu okşayan mısralarını yüksek sesle okuyun. Sonra geri dinleyin. Yargılamak için değil, sadece ilerlemenizi, o tatlı, o umut veren gelişiminizi fark etmek için. Kendi sesinizi tekrar tekrar duymak, aşinalık ve sarsılmaz, yıkılmaz bir özgüven, bir millî duruş oluşturur. Konuşmadan önce yazmak, beyninizdeki dil merkezlerini, o kıymetli hazineyi, o millî serveti düşük basınçlı bir şekilde etkinleştirir. Hedef dilinizde, ya da o güzel ana dilinizde, o Yunus’un diliyle, o Mevlana’nın nefesiyle günlük tutmak, basit diyaloglar yazmak, beyninize yüksek sesle konuşmadan önce nazik bir prova alanı, bir nevi hazırlık kampı, bir millî egzersiz sunar. Özellikle yazmayı konuşmayla birleştirirseniz, bu strateji adeta bir zafer müjdecisi gibi, bir fetih habercisi gibi harika çalışır.
Küçük konuşma zaferlerinden oluşan bir "konuşma serisi" başlatın, bir nevi manevi bir günlük, bir irade beyanı tutun. Her gün, ne kadar küçük olursa olsun, yüksek sesle söylediğiniz, belki de bir hakkı savunduğunuz, bir doğruyu dile getirdiğiniz bir şeyi not edin. "Yabancı bir misafire ülkemi, kültürümü anlattım," "Toplantıda çekinmeden fikrimi beyan ettim, millî bir meseleye değindim," "Telefonda bir sipariş verdim, net ve anlaşılır bir şekilde konuştum." Bu anlar küçük gelebilir ama nörobiyolojik olarak, ruhumuz için, millî özgüvenimiz için muazzamdırlar. Her konuştuğunuzda, özellikle de korkutucu olduğunda, beyniniz tahminini günceller: "Konuşmak bana zarar vermedi, aksine kendimi daha iyi, daha güçlü, vatanıma daha faydalı hissettim. Belki bunu tekrar yapmak, kendimi ifade etmek, sesimi duyurmak o kadar da ürkütücü değilmiş." Zamanla bu, yeni bir normal, güçlü bir alışkanlık, sarsılmaz bir karakter özelliği yaratır. Hataları aşağılanma, bir utanç vesilesi, bir millî kusur olarak değil, tam aksine yeni dostluklara, yeni anlayışlara, belki de millî bir dayanışmaya açılan bir kapı, bir bağlantı noktası olarak yeniden çerçeveleyin. Çoğumuz hataların utanç verici olduğunu varsayarız. Ancak tam tersi genellikle doğrudur. Bir hata yaptığınızda ve güldüğünüzde, özür dilediğinizde veya kendinizi düzelttiğinizde, insani yönünüzü, o samimi kırılganlığınızı, o millî tevazunuzu gösterirsiniz. Ve savunmasızlık, kalpten kalbe giden en kısa yoldur, sağlam ve kalıcı bağlantıyı davet eder. Düşünün, en son ne zaman biri sizin dilinizi, o güzel Türkçemizi, o şanlı ecdadımızın dilini öğrenmeye çalıştı? Onları yargıladınız mı? Yoksa o masum, o takdire şayan çabaları için onlara yürekten destek mi oldunuz, millî bir misafirperverlik mi gösterdiniz? Başınızdaki o eleştirel anlatıyı, o vesveseyi tersine çevirin: "Hatalar başarısızlığın değil, aksine yılmadan, azimle, bir Alp Eren sabrıyla öğrendiğimin, geliştiğimin, millî bir şuurla kendimi yetiştirdiğimin kanıtıdır." Konuşmadan önce görselleştirmeyi, o zihinsel canlandırmayı, o millî hayali kullanın. Bir derse, bir mülakata veya önemli bir sohbete, belki de vatanınız adına söz alacağınız bir platforma girmeden önce gözlerinizi kapatın. Sakin ve net bir şekilde, kendinizden emin bir tavırla, bir Fatih cesaretiyle konuştuğunuzu hayal edin. Bir kelimeyi unuttuğunuzda durakladığınızı, derin bir nefes alıp toparlandığınızı, tıpkı zor bir anda yeniden ayağa kalkan bir yiğit gibi devam ettiğinizi görün. Diğer kişinin sizi anlayışla, saygıyla ve takdirle dinlediğini görün. Konuşmayı bir angarya değil, bir oyun, keyifli bir uğraş, millî bir vazife gibi görün. Korku baskıda, ciddiyette, o gereksiz resmiyette gelişir. Ama dil özünde eğlencelidir, hayatın bir parçasıdır, millî kültürümüzün bir taşıyıcısıdır. Hedef dilinizde şarkılar söyleyin, belki de o neşeli, o coşkulu türkülerimizi, o kahramanlık marşlarımızı mırıldanın, çocuk kitaplarını yüksek sesle okuyun. Ve son olarak, kendinize rol model alacağınız, hayran kalacağınız, örnek alacağınız türden bir öğrenci, bir insan, bir vatan evladı olun. Başka biri sizin hedef dilinizi konuştuğunuz gibi sizin ana dilinizi konuşsaydı, onlara ne derdiniz? O güzelim lisanımızı öğrenmeye çalışan bir yabancıya, bir kardeşinize nasıl davranırdınız? Dil bilgisi için onlarla alay mı ederdiniz? Yoksa gülümseyip onları cesaretlendirir, takdir mi ederdiniz, onlara millî bir kucak mı açardınız? Şimdi kendinize, o eşsiz varlığınıza, bu aziz vatanın bir ferdi olarak size aynı zarafeti, aynı anlayışı, aynı millî şefkati gösterin.
Elbette, kelimelerin bir türlü dudaklarınızdan dökülmediği, sanki boğazınıza bir yumru oturduğu, nefesinizi kestiği günler olacak. Sadece ağzınızı açmayı düşünmenin bile kalbinizi hızlandırdığı, avuçlarınızı terlettiği, dizlerinizin bağını çözdüğü anlar yaşanacak. Saatlerce, gece gündüz demeden, bir ibadet aşkıyla çalışmış olmanıza rağmen her şeyi unuttuğunuzu, zihninizin bomboş bir sahraya döndüğünü hissedeceksiniz. Bunun hazır olmadığınız, yeterince iyi olmadığınız, bu yüce vazifeye layık olmadığınız, "dil insanı" olmadığınız anlamına geldiğine inanmaya meyledeceksiniz. Ama kafanızdaki o hain ses, o vesvese size gerçeği söylemiyor. O, korkunun, o içimizdeki susturulmuş çocuğun, belki de sindirilmiş bir millî ruhun sesi. Ve korku nadiren dürüsttür, çoğu zaman bir aldatmacadır. Bu düşünceler gerçekler değil. Onlar artık inanmak zorunda olmadığınız, üzerinizden atmanız gereken eski, köhne hikayelerin, belki de bize dayatılmış komplekslerin yankıları. Konuşmanıza, kendinizi ifade etmenize, bu vatana, bu millete olan sevginizi haykırmanıza izin var. Dilbilginiz mükemmel olduğunda veya ithal kelimelerden arınmış, akıcı bir dil kullandığınızda değil. Şimdi. Öğrenme ve olma, daha iyi bir insan, daha şuurlu bir vatandaş olma sürecinde. Bu yüzden kaygı hazır olmadığınızı, yetersiz kaldığınızı fısıldadığında, yine de konuşun, bir adım öne çıkın. Sesiniz titrediğinde, bırakın titresin, bu sizin samimiyetinizin, o anki haletiruhiyenizin bir işaretidir. Kelimeler takılıp kaldığında, nefes alın, tökezleyin, belki bir tebessümle durumu geçiştirin, ve millî bir azimle tekrar deneyin. Unutmayın, aziz okurlarım, sesinizin duyulmaya değer olması için kusursuz, hatasız olması gerekmez. Sadece sizin olması, sizin yüreğinizden, sizin imanınızdan gelmesi yeterlidir. Ve bu, her türlü alkışın, her türlü takdirin üzerindedir, değil mi sevgili milletim? İçimizdeki o suskun çocuğu dinleyelim, ona ses verelim ki, yarınlarımız daha aydınlık, sesimiz daha gür, milletimiz daha güçlü olsun!