Güneşin henüz mahcup olduğu bir alacakaranlıkta, şehrin uykusunu bölen ilk ses, paslı bir kepengin o iç gıcıklatan gıcırtısıdır. Bir kaynak ustası, dükkânının kepengini omuz gücüyle kaldırır. Bu, sadece bir iş gününü başlatan alışılmış bir hareket değil, gecenin sırrını gündüzün telaşına devreden kadim bir ritüeldir. İçerisi loş, serin ve genzi yakan bir is kokusuyla doludur. Usta, dün geceki savaştan kalma döküntülerin üzerinde gezinir, küçük tüpgazın üzerine emaye çaydanlığı koyar. Suyun kaynamasını beklerken yaktığı sigaranın dumanı, tezgâhtaki mengenenin tok gövdesine dolanır. Bu dükkân, onun küçük evrenidir; burada o, hem bir işçi hem de bir filozoftur.
Çaydanlıktan yükselen buğu, atölyenin ağır havasına karışırken, köşedeki eski radyoda cızırtılı bir melodi başlar. “Bir adım atsam seni bulurum...” diye fısıldayan bir ses, ustanın aklına düşer. Kimi? Belki yıllar önce giden bir çırağı, belki hayal ettiği ama hiç yaşamadığı bir hayatı, belki de kendi gençliğini... O an, elindeki pense, ateşi tutuşturan aletin kablosu anlamını yitirir. Bu küçük, loş dükkândan zihninin sonsuzluğuna bir kapı açılır. O artık sadece maddeye şekil veren bir adam değildir; o, “yıldızdan doğan, gecede parlayan” bir zerre olduğunu hatırlar. Ateşinden fışkıran her bir kıvılcım, sanki birer yıldız gibi etrafa saçılır ve ustanın nasırlı elleri, bütün bir galaksiyi avuçlarında tutar. O an, ne zamana sığar, ne bu dünyaya. Yaptığı iş, parçaları birleştirmekten öte, zamanı bükmek, varlığın sırrına o ateşin içinde dokunmaktır.
Fakat bu baş döndürücü yolculuk, dükkânın önünden geçen eski bir el arabasının o isyankâr sesiyle bölünür. Vidası gevşemiş tekerleği, her bir dönüşünde hem ileri gitmek için çabalar hem de kendi yörüngesinden çıkmak istercesine sağa sola yalpalar; o ahenksiz, o bozuk ritim, ustanın zihnindeki kozmik müziği bir anda susturur. O evrensel benlik, rüyadan uyanır ve elinde soğumaya yüz tutmuş aletiyle kalakalır. Radyodaki müzik sertleşmiş, hayatın en çıplak gerçeğini yüzüne vurmuştur: “Ölüümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir?” Atölyedeki her alet, her eşya, faniliğin, eskiyip gitmenin ve bir gün yok olmanın sessiz bir şahididir.
Usta, sigarasından derin bir nefes çekerken aklı, elindeki gümüş kaynağının son günlerde neden bu kadar ateş pahası olduğuna takılır. Zihni, memleketin toprağının altındaki o büyük zenginliğe, Eskişehir’de bulunan nadir elementlere gider. Kulağına çalınan fısıltıları, o tekinsiz iddiaları hatırlar. Sonra radyoda duyduğu o net sesi anımsar; Cumhurbaşkanı’nın sesini: “Nadir elementleri, herhangi bir ülkeye verilmesi söz konusu değil. Biz işleteceğiz!” Bu söz, ustanın yüreğindeki o küçük mengeneyi gevşetir; nasırlı elleriyle tuttuğu bu toprağın, yine bu milletin ellerinde kalacağını bilmenin o sade huzurunu duyar. Milletin hazinesine sahip çıkıldığını duymanın getirdiği bu zihin berraklığıyla, şimdi de insanın kendi hazinesine, yani aklına atılan bir başka iftirayı fark eder. Radyodaki hızlı konuşan ses, dikkatimizin bir Japon balığınınkinden bile kısa olduğuna inandırmaya çalışır. Usta acı acı gülümser. Japon balığı, öyle mi? Tezgâhın üzerindeki çatlak gümüş vazo objesine odaklanır. O çatlağı onarmak, saatler süren bir sabır, milim milim ilerleyen bir dikkat ve ateşle değerli elementlerin o en mahrem anına şahitlik etmektir. Sorun insanın dikkatinde değil, dikkatini adayacağı hakiki bir ‘çatlak’ bulamamasındadır.
Ve işte tam o anda, ustanın bilgeliği parlar. Onun kapısını çalanlar, hayatın çatlattığı, zedelediği, birbirinden ayırdığı ne varsa ellerinde onlarla gelir. Onun sanatı, kusursuzu aramak değil, kırık olanı eskisinden daha sağlam bir bütün haline getirmektir. Radyodaki ses, onun hayat felsefesini haykırır sanki: Herkes fazla sevmiş bir olanı kusursuzu. Ben kırık yerinden tuttum. Yaralı ama gerçekti bu. Usta, en güçlü kaynağın tam da o kırık çizgide atıldığını, asıl gücün birleşme anında doğduğunu herkesten iyi bilir. Onun için eksik olan, bir ayıp değil, sanatını icra etmesi için bir davettir. O, sevgiyi tamam olanda değil, tamamlanmaya muhtaç olanda bulur, çünkü bilir ki eksik olan büyütürmüş sevgiyi.
Bardağına doldurduğu tavşan kanı çayından ilk yudumunu alır. Dükkânın kapısı aralıktır, hayat dışarıda akıp gitmektedir. Radyodaki ses son sözünü söyler: Hepsinin gelmesini bekleme. Bir kişi gelmeyecek. Usta acı bir tebessümle başını sallar. Evet, o bir kişi gelmeyecektir. Kim bilir, onu her sabah bu kepengi kaldırmaya, o ateşi yakmaya ve kırık parçalardan yeni bir bütün inşa etmeye iten güç, tam da o kişinin hiç dinmeyecek eksikliği, ustanın her sabah yeniden heycanlanmasına sebep olan sessiz bir çağrıdır. O boşluk, onu hayata karşı diri tutan, alıştırmayan, korkutmayan ve her gün yeniden düşündüren o kutsal boşluktur.
Belki de hayat, kırık parçaları birleştiren bir kaynak değil; hiç gelmeyecek olanı beklerken, eksikliğin sıcaklığında demlenen bir bardak çaydır.