Dirâyetci Müslümanlık
Rivâyetci Müslümanlığa mukâbil, Dirâyetci Müslümanlık, -bizzât Kur’ânî Emre uyarak- Tahkîkî Îmâna istinâd eden ve Kur’ân-ı Hakîm’i İslâm hakkında başlıca mîyâr kabûl edip Hz. Peygamber ve devrine mütedâir sâir kaynaklara (ki bunların başında Hadîs külliyâtı gelir) ancak Kur’ânî Rûha muvâfık oldukları nisbette îtibâr eden Müslümanlık telakkîsidir.
Tahkîkî Îmândan kasıd, Kur’ân’ın ve İslâmın hakîkatinin Tecrübî İlim Usûlü ve ilmî tesbîtlere müstenid (bunlardan yola çıkan) Felsefî Tefekkürle araştırıldıktan sonra, bu araştırmalar ve tefekkür sâyesinde hâsıl olan derin bir şuûr, idrâk ve itmînân ile İslâma îmân edilmesi veyâ bu arayış evvelinde zâten mevcûd olan Îmânının sağlam delîllerle têyîd edilmesidir.
Dirâyetci Müslümanlığın ik̆tizâsı odur ki her münevver Müslüman, hayâtının muayyen bir safhasında bu arayış içine girerek en azından mevcûd Îmânını daha şuûrlu bir hâle getirmelidir.
Yeni nesillere Müslümanlık öğretilirken de bu yol tâkîb edilmeli, insanlarımız, Kur’ân-ı Kerîm’in hakîkatine ve derin mânâsına, onu Müsbet İlimler ve Felsefî Tefekkürle irtibâtlandırarak nüfûz etmelidir.
Dirâyetci Müslümanlık terbiye ve zihniyetiyle yetişmiş bir Müslüman ise, zâten sağlam bir kültürel alt yapıyle mücehhez olacağından, onun, sâdece, aynı istikâmette yeni araştırmalarla, tefekkürle, hayât tecrübesiyle kendini mânen zenginleştirmesi bahis mevzûu olacaktır.
Tecrübî İlim Zihniyet ve Usûlüyle, kezâ ilmî tesbîtlere müstenid Felsefî Tefekkürle, alabildiğine şüpheci, sorgulayıcı, muhlisâne bir tavırla (yoksa peşîn hükümle ve kendini kandırarak değil) Kur’ân’ın hakîkatini tahk̆îk̆ ettikden sonra, Onun, İlâhî Vahiy Kitâbı olduğuna îmân eden bir insanın (ki ona “Müslüman” veyâ daha sarîh bir tâbirle, “Dirâyetci Müslüman” denir), bir def’a bu netîceye ulaşınca, artık -dâimâ Tecrübî İlim ve Felsefî Tefekkürle münâsebet hâlinde- Kitâbullâh’ı kendisine hayât rehberi (hayâtın hemen her sâhasında, ilmî, felsefî, ahlâkî, v.s. her husûsta rehber) ittihâz etmesi lâzım gelir. Biz, buna, kısaca “Vahye Müstenid Tecrübî İlim Usûlü” diyoruz. Çünki:
- Birincisi, Tecrübî İlim Zihniyet ve Usûlünün menşêi, Kur’ân-ı Kerîm’dir; demek istediğimiz, bâzı Müslüman mütefekkir veyâ feylesoflar, Kur’ân-ı Kerîm üzerinde derinlemesine tefekkür ederek, -evvelki hiçbir medeniyette mevcûd olmıyan- Tecrübî İlim Zihniyet ve Usûlüne ulaşmışlar, böylece Beşeriyetin fikrî faâliyetlerine yepyeni bir istikâmet kazandırmışlar (öyle ki bu, Beşeriyetin fikir târihindeki en cezrî inkılâbdır), o zihniyet ve usûl üzerine müesses muazzam bir medeniyete vücûd vermişlerdir; ki, Muâsır Avrupa Medeniyeti, ilim ve teknoloji planında, o medeniyetin devâmıdır.
- İkincisi, Müslüman bir münevvere yakışan odur ki gerek kendi hayâtının, gerek Milletinin veyâ Beşeriyetin herhangi bir mes’elesini araştırırken, esâs îtibâriyle, Tecrübî İlim Usûlünü kullansın, fakat bu meyânda Kur’ân-ı Kerîm’den de hem bir ilhâm kaynağı olarak istifâde etsin, hem de ulaştığı netîceyi, elveriyorsa, Felsefî Tefekkürle berâber, Kur’ânî Rûhla da irtibâtlandırarak değerlendirsin.
Bu Tecrübî İlim – Felsefe – Vahiy sacayağı üzerine kurulu araştırma ve tefekkür faâliyetinin, şahsî veyâ millî veyâhud beşerî mes’elelerin hâllinde ve tabîatin sırlarının keşfinde daha feyizli, daha hayırlı netîceler istihsâline âmil olması umulur…
Kur’ânî Rûh
“Kur’ânî Rûh” deyince ise, -Kur’ân üzerinde felsefî tefekkürün mahsûlü olan, Ondan neş’et etmiş bulunan- Tecrübî İlim Zihniyet ve Usûlünü, Tecrübî İlme Müstenid Felsefî Tefekkürü (yânî mantıkî, sistematik, şüpheci, sorgulayıcı, Hakîkati araştırıcı düşünme tarzı ki buna “Tecrübî Felsefe” de diyebiliriz), İnsan Hakları Ahlâkını ve (Allah, Peygamber, Kitâb, Âhiret gibi mevzûlarda) insicâmlı, nezîh, akla ve gönle hoş gelen bir inanclar bütününü ve nihâyet, ictimâî hayâtla alâkalı bütün Hükümlerde umûmî maslahata ve şekilden, vâsıtalardan ziyâde rûha, hikmete, gâyeye ehemmiyet veren, ayrıca bütün bunları Kur’ân’dan hareket ederek Tecrübî İlim ve Felsefî Tefekkürle araştıran bir Fıkıh Usûlünü kasdediyoruz.

“12 Eylûl Cuntası devresinde, çoğu üniversite talebesi olan bir grup arkadaşla bizim o zamân Ankara / İçcebeci'de bulunan fakîrhânemizde (üç sene boyunca) haftalık seminer toplantıları yaparak ‘İslâm Dâvâsı’nın her çeşit mes'elesi hakkında araştırma ve müzâkerelerde bulunduk. […]
“Ne var ki bir müddet sonra akâid, kelâm, hadîs, fıkıh, mezhebler, tarîkatler, İslâmın siyâsî ve iktisâdî doktrinleri, darülislâm / darülharb, mücâdele usûlü, ilh… gibi hemen her sâhada, her mes’elede klasik kaynaklarımızın bizi çıkmaza soktuğunu fark ettik. Netîce, benim için büyük bir fikir / îmân buhrânı oldu.
“Artık İslâmın hakîkatinden ve Allâh'ın varlığından dahi şüpheye düşmüş, pusulamı şaşırmış bir hâlde, bir o yana, bir bu yana yalpalayıp duruyordum. O zamân da farkındaydım ki kendi nefsimde bütün İslâm Âleminin muâsır dünyâ karşısındaki fikir buhrânını yaşıyordum. Müteâkiben, o buhrân, 1985, 1987 senelerinde iki def’a Fransa’ya gidip orada yekûn bir sene müddetle araştırmalarıma ve tefekkürüme devâm ettikden ve pek çok çile çektikden sonra, hayırla netîcelendi, önümüzde geniş ufuklar açıldı, zihnimizde Kur'ân mihverli yeni bir İslâm anlayışı şekillendi.
“Hiç şüphesiz, 1980-1984 yıllarında, bir lokma bir hırka felsefesiyle dünyâ nîmetlerinden vazgeçerek bütün varlığımı İslâm Dâvâsına adamış olmasam ve o zamân hemen hepsi gencecik üniversite talebesi olan o güzîde arkadaş topluluğuyle (ki o topluluğun katalizörü bendim) o kadar kesîf fikrî çalışmalara yönelmesem (nitekim İslâm Dâvâsıyle yatıp İslâm Dâvâsıyle kalktığım o günlerde toplam 2500 daktilo sayfası kaleme almış ve el altından sayısız fotokopi dağıtmıştım), o fevkalâde feyizli buhrân nîmetine nâil olamazdım. (Cunta devrinin ağır şartlarında hayâtlarını tehlikeye atarak çalışmalarımıza katılan ve bu sûretle ateşle imtihân olan o arkadaşların her biri benim gözümde bir kahramandır ve kendilerine hem fikirlerim, hem dostlukları için ebediyen medyûn-ı şükrânım.) Çünki, sonu iyi bitmek şartıyle, fikir buhrânı, bir rahmet olduğu gibi, mûtâd hayât şartlarında büyük bir lüksdür ve kolay kolay ele geçmez. Ve yine, hayâtım boyunca hakîkati tek tabum yapmamış olsam, İlâhî ve Kur'ânî Hakîkati keşfedemezdim. (Hepsi için Rabb'ime sonsuz hamd ü senâlar...) […]
“İşte bu kitabda bir araya getirdiğimiz çalışmalar, bizi birkaç def’a çıldırmanın eşiğine getiren o büyük buhrândan, o pek çetin imtihândan (Allâh’ın lûtf-u-keremiyle) muvaffakıyetle çıkmamızı sağlıyan uzun araştırma ve tefekkür mahsûlleridir. Hepsi de 80’li, 90’lı senelerde kaleme alınmış, fakat pek cüz’î bir kısmı hâric neşredilip (dar bir arkadaş muhîti dışında) efkârıumûmiye nezdinde tartışılmaları têmîn edilememiştir…” (Kitabın “Mukaddime”sinden)
***