‘Atatürk ve millet aynı şeydi’
“Atatürk en çetin imkânsızlıkları dünyanın en kolay, hergünkü işleri gibi başa çıkarmağa muvaffak oldu. Çünkü yanılmaz bir keşif ve intikal sırriyle devrinin istidat ve temayüllerini keşfetmişti; milletin istidadı, ihtiyacı ile yekvücut olmuştu. Ahval ve şeraitin icapları onda teşahhus etmişti. Atatürk ve millet ayni şeydi. İşte baştaki şefin ve o şefe sarsılmaz bir iman ve itimad ile bağlı milletin bu âhenktar anlaşmalarıdır ki tarihin en büyük mucizesi olan Türk Cumhuriyetini yarattı.
Türkün, onun (“târihin en büyük mûcizesini yaratan”) dehâsına minnetdârlık borcu
“Umumî harbi müteakip, mütareke imza edilerek düşman askerleri Türkiyeye dolduktan sonra, artık Türk milletinin müstakil bir istikbaline dünyada inanacak tek bir kişi var mıydı? Buna Atatürk inandı ve onun arkası sıra yürüyen Türkler inandı.
“Atatürk yalnız büyük bir asker değildi. Vatanı ecnebi istilâsından kurtardıktan sonra, tamamen yeni telâkkilere göre canlı ve yaşama kabiliyetini haiz millî bir devlet kurmak vazifesi de vardı. Mazi ile değil mazinin zararlı ve köhne ananeleriyle rabıtayı kesmek, Türkün manevî yolundaki engelleri de kaldırmak lâzımdı. Atatürk bunları da yaptı. Sonra, onun yapıcılık hususundaki kabiliyet ve dehasını seyrediyoruz.
“Bugün gördüğümüz şu hür ve şerefli vatan kendisini Atatürke candan bağlı hisseder. Onun içindir ki şimdi Atatürkü kaybetmekle bir yetimlik hüznüne bürünmüştür. Her Türk şu dakikada gözlerini vicdanına çevirerek orada Atatürkün dehasına, iradesine, çalışmasına borçlu olduğu istiklâli, şerefi, inkılâp ve taaliyi büyük bir minnettarlık ve bağlılıkla görecek ve dûçar olduğu matemin sızısını bütün şiddetiyle duyacaktır.” (“Millî Matem; Bu Milletin Ruhunu En İyi Atatürk Anladı”)
Kıvrak kalemiyle bize zehri altın kupada sunan bu makâle hakkında mezkûr araştırmamızda yazdığımız yorumu burada da tekrâr edeceğiz:
Câzib bir roman! Daha doğrusu, romantik roman! Neredeyse tamâmı muharriririn pek kuvvetli muhayyilesine göre inşâ edilmiş bir hayâl̃ âleminde hârikul̃âde bir personaj! Hak̆îkat̃ endîşesi taşımıyan bir propaganda san’at̃inin esâslı bir tatbîkâtı! Müsbet İlim, işte insan zihninin bu muhayyel dünyâları yerine tahrîfsiz realiteyi ikâme etmek için vardır! O zamân kavranır ki hâdiselerin içyüzü çok farklıdır ve maâlesef, (Balzac’ın ifâde ettiği gibi,) umûmiyetle, bu “resmî târih, utanç verici bir târihtir”! Bir de, yıldızlara ulaşacak kadar insan olmak, “romantik romanlar”la oyalanarak değil, Müsbet İlmi rehber edinerek mümkün oluyor! (Mustafa Kemâl’in Havradaki Resmî Cenâze Âyini; Yeni Söz, 15.8.2022/12)
Hüseyin Cahit: “Zamân ve mekâna meydan okuyan ebedî hayâtın nûrları içinde dâimâ diri bir hâlde mevk̆i alıyor ve oradan bütün Türk vatanına hayât verici prensiplerini neşrediyor”
Bâzı mes'elelerde (meselâ “Dil İnkılâbı” gibi) “Tek Adam”dan farklı düşünmesi ve sözünü esirgemiyen bir mizâca sâhib olması sebebiyle sağlığında ciddî sıkıntılar yaşayıp bunları İnönü'nün desteğiyle atlatan Hüseyin Cahit Yalçın, onun ölümünden sonra, dâimâ “Büyük Ölü”yü ve “İnkılâb”ını tebcîl eden makaleler kaleme aldı. Üstelik, gûyâ şiddetli bir Diktatörlük ve Totalitarizm muhâlifi olduğu hâlde… “Gûyâ” diyoruz, çünki İttihâdcı ve Kemalist olması, “hürriyetciliğinde” samîmî olmadığının delîlidir. Nitekim, 19 Kasım 1938'de, “Büyük Ölü”nün naaşının İstanbul'dan Ankara'ya sevkedildiği gün yazdığı başmakâle, hiç de “hürriyetci” bir kalemden çıkmışa benzemiyordu: “Büyük Ölü”, bizzât “yarattığı”, “bir hayât ve nûr merkezi” yaptığı Ankara'dan, memlekete “hayat verici prensipler neşretmeye” devâm ediyormuş:
“Bütün Türk milletinin gözleri bugün Ankaraya initaf etmiş bulunuyor. [“İn'itâf”: -<atıf- çevrilmiş, yönelmiş…] Büyük Atatürk'ün son seyahat merhalelerini adım adım yakından ve uzaktan takip eden nazarlar, şimdi vatanın bir noktası üzerinde toplandı: Ankara.
“Atatürk, Ankara çerçevesi içinde, her yerdekinden daha muazzam, daha mehib [metinde, “mühib”] ve daha yerinde görülüyor. Ölü olarak Ankara'ya nakledilen Büyük Atatürk, sırf kendisinin yarattığı o modern ve medenî hükûmet merkezinde, zaman ve mekâna meydan okuyan ebedî hayatın nurları içinde daima diri bir halde mevki alıyor ve oradan bütün Türk vatanına hayat verici prensiplerini neşrediyor.
“Ankara, Atatürk'ün eseridir. Ankarayı Atatürk düşündü, seçti ve halketti. Asırlardanberi beşeriyetin heyecanlı bir çok sahnelerine ve yanıbaşında iki kardeş Türk ordusunun kanlı ve müessif bir savaşına şahit olan eski Ankara, Türk Cümhuriyetine merkez olduğu dakikadan itibaren yeni bir hayat ve nur merkezi oldu. İlh…” (H. C. Yalçın, “Ankara”, Yeni Sabah, 20 Son Teşrîn 1938, s. 1)
Sabataî Cemâatinin güzîdelerinden Hüseyin Cahid’e göre: “Türkler, her nefeslerinde onu minnetle yâd etmeli” imişler
Yukarıdaki makâlesinin üzerinden on üç sene geçiyor; Başmuharriri olduğu Ulus gazetesinin 27 Kasım 1951 târihli nüshasında, neden “Tek Adam”a harâretle sâhib çıktığını îzâh eden bir makâle daha kaleme alıyor. Bittabi, geçen zamân zarfında ve her fırsatta, bilhassa 10 Kasım'larda Mustafa Kemâl'i tebcîl ve Kemalizmi müdâfaadan hiç hâlî kalmamıştır…
1951'deki makâlesinde, “Tek Adam”ın ciddî kusûrlarının bulunduğunu, fakat ölmekle bunların hesâbını ödemiş olduğunu iddiâ ediyor… Doğrusu, pek tuhaf bir adâlet anlayışı! Hatâları bir tarafa Türklere o kadar büyük hizmetleri dokunmuş ki her Türk ona (herhâlde gırtlağına kadar) borcluymuş; bu yüzden de her nefeste onu minnetle yâdetse, yine borcunu ödiyemezmiş:
“İşte Atatürk devrini ben böyle [sıkıntılarla] geçirdim. Fakat Atatürk vefat eder etmez en samimi ve hararetli teessürler ve yazılarla arkasından ağlıyan ben oldum. Atatürk melek değildi. Hepimiz gibi fâni bir insan idi. Kusurları vardı. Fakat Atatürk gözlerini kapamakla bütün beşerî kusurlarının hesabını ödemiş oluyordu. Ortada yalnız Büyük Eser'i kalıyordu. Büyük dağların yanında büyük uçurumlar da olur. Fakat bunlar dağın azamet ve heybetine halel vermez. Bugün her Türk her nefes aldıkça Atatürk'ü minnet ve hürmetle yâdetse ona karşı şükran borcunu ödiyemez. Memleketi kurtaran, yaşatan ve Büyük İnkılâp'ı yapan odur. Memlekette yer yer mukavemet nüveleri vardı. O bunları topladı, birleştirdi. Memlekette umumi bir uyanış hareketi vücuda getirdi. Yorgun, yaralı ve bitik Türk gayretini sözleriyle, hareketleriyle tekrar canlandırdı. Millî Mücadelenin başına geçti ve inkılâbı yaptı. Atatürkten başka hiç kimse bu mücadeleyi başa çıkaramazdı. Onun dehâsı, onun işbilirliği, siyasî manevra kabiliyeti olmasaydı müstakil Türk vatanı ve hür Türk Milleti yoktu. Bugün esaret ve zillet içinde idik. İlh…” (H. C. Yalçın, Seçme Makaleler, Ankara: Ulus Basımevi, 1951, s. 149)
(-Hüseyin Cahid Yalçın’ın Sâhibi ve Başmuharriri olduğu- Tanîn, 10.11.1944, s. 1)
Yalçın’ın başmakâlesinden: “Atatürk’ü içimizde buluyoruz ve onun an’anesini hayatın yeni icapları dairesinde tefsir ederek gayeye doğru yürüyoruz…” Sabataî Cemâatinin bu güzîde kalemi, her fırsatta, bilhassa 10 Kasım'larda Mustafa Kemâl'i tebcîl ve Kemalizmi müdâfaadan hiç hâlî kalmadı… 1. sayfadaki şiirde İlâhlaştırma: “Sığmıyor hilkatin enginliğine / Taşıyor -belli- senin ruhunu gök. […] Denemez, şimdi, büyüktür denize, / ‘Ulu’ neymiş, ‘Ata’ öğretti bize!.. […] Atatürk öldü desek ölmezsin!!.”
***
Ahmet Emin Yalman: “Anıtkabir, Başkumandanın -Türkiye’yi idâreye devâm edeceği- ebedî karârgâhıdır”
Hiç şüphesiz, Muâsır Türkiye’ye damgasını vuran Sabataî Cemâatinin güzîdelerinden biri de, Ahmet Emin Yalman’dır (Selânik, 1888 – İstanbul, 19.12.1972, Teşvîk̆iye C., Feriköy Mez.).
Çok az insanın mâlûmudur ki Yalman’ın ve Cemâatinin nazarında, “Ebedî Şef”, yeni Sabatay Sevi’dir… Nitekim, “o, lâyemûttur; bedeni ölmüştür, lâkin mânâsı, fikirleri ölümsüzdür ve mânâsıyle, Anıtkabir’den Türkiye’yi idâre etmiye devâm etmektedir…”
Ayasofya’nın laik bir müesseseye çevrilmesini, “Hilâl ve Salîb kavgasını körükliyenlerin elindeki Taassub silâhının Atatürk’ün geniş dehâsı tarafından yok edilmesi” şeklinde yorumlıyarak harâretle alkışlıyan Yalman, (Beynelmilel Siyonizmle ittifâk hâlinde sahneye konulmuş olan) 27 Mayıs 1960 İhtilâlini candan destekliyen ve onun vukû bulmasında da büyük payı olan gazetesinin 10 Kasım 1960 târihli nüshasındaki “Yaşayan Kuvvet” başlıklı makâlesinde, (bütün Cemâatiyle aynı ağızdan) “bu ebedî rehber”in her yaptığının, her söylediğinin doğru olduğunu iddiâ ediyor ve “onun, Anıtkabr’inden, Türkiye’yi idâre etmiye devâm etmesi” vâkıasını büyük memnûniyetle kaydediyor:
“…Atatürk hakkında şahidi olduğumuz manzara nedir? 10 Kasımda sona eren yıllık merhaleler bizi ondan uzaklaştırmıyor, kendisine bir kat daha yaklaştırıyor. Niçin? Çünkü Atatürk bizim için artık hatırası anılacak bir aziz ölü değildir, yaşayan, ebedîleşen, bizi birleştiren, birbirimize yakınlaştıran, ilerlemek yolundaki azmimizi, şevkimizi tazeleyen bir millî kuvvettir. Geriliğe, şahsî ihtiraslara karşı hamle yaparken, ona güveniyoruz, ona dayanıyoruz. Dünyanın bu çok mühim geçit yerinde bekamızı tehdit eden her türlü dış baskılar ve iç bozgunculuklar karşısında yolumuzu şaşırmaktan onun izinde yürümek suretiyle korunuyoruz. Bu sebepledir ki Atatürkün ebedî varlığı etrafında kurulan her türlü an’aneler bizim için mukaddes bir hale gelmiştir. Bunların hiç birinden vazgeçmeğe razı olamayız, böyle bir şeyin hatıra bile getirildiğini görürsek güceniriz, üzülürüz.