Şehirlerin beton labirentlerinde kaybolmuş bedenlerimiz, bir yandan kan tahlilleri ve "mükemmel yaşam" reçeteleriyle uğraşırken, bir yandan da içimizde biriken sırlarla boğuşuyoruz. Terapistin ofisi, Anadolu’nun köy meydanlarındaki o çınar gibi; kökleri güvene, dalları sırlara uzanıyor. Orada, bir tas çorbanın paylaşımındaki samimiyetle, insan yalnız olmadığını hatırlıyor. Çünkü sır, toprağa atılan tohum gibidir: Ya zehirli bir bitkiye dönüşür ya da şifalı bir ottan filizlenir.
Terapide sır, hasta ile kurulan köprünün ta kendisi. "Bu ofiste söylediklerin sadece seninle kalacak," cümlesi, bir çınarın gölgesine sığınmak gibi. İnsanlar, çocukluk travmalarını, aldatma korkularını, öfkelerini bu gölgede bırakır. Terapist ise, tıpkı köydeki şifacı nine gibi, yargılamadan dinler. Çünkü biliyor: Sır, ancak güvende hissedildiğinde açığa çıkar. Bir hasta, "Eşimi aldatıyorum," dediğinde, terapistin içinden "Vay canına!" diye bir şimşek çaksa da, dışarıya "Bu hissi nasıl taşıyorsun?" diye sorar. Çünkü terapinin kökleri, yargısız kabulle beslenir.
Oysa günlük hayatta sırlar, çoğu zaman bir çıkmaz sokak. Bir arkadaşın "Kimseye söyleme," diye fısıldadığı sır, sana bir kalkan değil, bir yük verir. Sır saklamak, "blank check" değil; bir yükümlülük. "Neden bana söylüyorsun? Neden şimdi?" soruları zihninde uçuşurken, bir yandan da dostluğun sınırlarını zorlarsın. Reddettiğinde ise arkadaşın öfkelenir: "Dost değilmişsin!" Oysa gerçek dostluk, sırrın ağırlığını paylaşmak değil, dürüstlüğü seçmektir.
Aile sırları ise, dededen toruna aktarılan bir miras. Çocuk, "Annemi ele vermeyeceğim," diye söz verdiğinde, sır bir virüs gibi yayılır. Güven ve ihanet kavramları birbirine karışır. Tıpkı zehirlenen toprağın, nesiller boyu mahsul vermemesi gibi… Oysa terapide, bu sırlar yavaşça açığa çıkarılırken; sokakta, beton duvarlar arasında, sırlar bizi birbirimize düşürür.
Modern dünya, sırları yeni boyutlara taşıdı. Yumurta bağışıyla doğan bir çocuk, "Annem kim?" sorusuyla büyüdüğünde, sır kimliğinin bir parçasını çalıyor. Ebeveynler, "Söylesek mi?" ikileminde. Oysa Anadolu’nun köylerinde evlatlık çocuklar, gerçeği bilse bile, "aile" olmanın sırrı sevgidedir. Terapide bu sır, çocuğun özgüvenini onarmak için yavaşça açığa çıkarılırken; arkadaş sohbetlerinde, bir dedikodu malzemesine dönüşebilir.
Sır, hediyeye mi, silah mı? Terapide sır, bir hediye: Açıldıkça hafifler, dönüşür. Sokakta ise silaha dönüşebilir: "Sakın söyleme," baskısı, ilişkiyi zehirler. İstanbul’un kalabalığında, terapistin ofisi bir köy meydanına dönüşüyor: Orada sır, çınarın gölgesinde özgürleşir.
Bir terapist, hastasının sırrını dinlerken, aslında Anadolu’nun şifacı ninelerinin izinden gider. "Yara, içinde şifayı taşır," der Mevlana. Terapi, bu şifayı bulma yolculuğudur. Oysa günlük hayatta, sırlarımızı bir çınarın gövdesine fısıldasak keşke… Belki o zaman, hem bireysel hem de toplumsal şifanın, güven ve dürüstlük köklerinden filizlendiğini anlarız. Çünkü insan, ancak ait olduğu yerde ve olduğu gibi göründüğünde sağlıklıdır.