Bir cuma sabahı… Haftanın son günü. Zamanın hızından yine yakınıyoruz. İstesek de istemesek de zaman akıp gidiyor, durdurulamıyor. Oysa bize düşen, bu akışın içinde kaybolmak değil; sorumluluklarımızı yerine getirerek zamanı anlamlı kılmaktır. Zaman, kendi başına nötr bir olgudur; ona değer katan, bizim tutumlarımız ve eylemlerimizdir.
Bugün saha çalışması kapsamında bir aileyi ziyaret ettik. Dar bir odada, eski bir dikiş makinesinin sesi yankılanıyordu. Evini küçük bir atölyeye dönüştüren yaşlı bir kadın, komşularından ve tanıdıklarından gelen siparişlerle yaşamını sürdürmeye gayret ediyordu. Belki de toplumun en kırılgan halkalarından biriydi. Kira, su, elektrik ve mutfak masraflarıyla boğuşuyordu. Üstelik savaşta vefat eden oğlunun hüznünü hâlâ yüreğinde taşıyordu. Torunlarını gördükçe bu acı yeniden tazeleniyor, gözlerindeki yorgunluk derinleşiyordu.
Ama o, acısına rağmen üretmeye devam ediyordu. Evde terzilik yaparak torunlarının okul masraflarını karşılıyor, onların geleceğine ışık olmaya çalışıyordu. Her dikiş bir umut, her ilmek bir direnişti. İşte burada kendimize şu soruyu sormalıyız: Zaman bizden bir şeyler eksilterek mi akıyor, yoksa bize değer katarak mı? Bu kadının bütün olumsuzluklara rağmen hayata tutunması, tek başına torunlarını yetiştirip onları topluma faydalı bireyler haline getirmeye çalışması çok önemlidir. Onun bu direncini taşıdığı inanca bağlamak gerekir. Çünkü teslimiyet vardır; “Allah en iyisini yapar” diyerek kadere razı olmak vardır.
Evde yaptığı kabak tatlısını bize ikram etmesi ise başlı başına anlam yüklüdür. O tatlı, sadece bir ikram değil; sabrın, misafirperverliğin ve hayatla kurduğu bağın sembolüdür. İkramın ardında, yaşadığı acıya rağmen hayata tutunma iradesi vardı. Bu yüzden gözyaşlarını tutamaması, hem geçmişin derin hüznünü hem de bugünün direncini bir arada gösteriyordu. Bize şunu söyledi: “İnsan hayatının en değerlisini kaybedince hep hüzne boğulur. Buna rağmen direnmeye ve onurlu bir şekilde hayata tutunmaya devam edeceğim.” Bu söz, hüzünlü ve acılı hayatlara dokunmanın insan olduğumuzun farkına varmamızı sağlıyor.
Evet, zamanla beden yıpranıyor, yoruluyor. Fakat irademiz, kalbimiz ve ruhumuz güçleniyor mu? Kendimizden sonrakilere ışık, yol olabiliyor muyuz? Yaşadığımız ömre değer katmışsak ne mutlu bize. Yoksa hayatımız, sadece odun gibi yanıp tükenen bir ömür mü? İşte bu sorular, zamanın anlamını sorgulamamız için bize yol gösteriyor. Zamanı anlamlı kılmak, yalnızca kendi hayatımızı güzelleştirmekle değil; başkalarının hayatına dokunabilmekle mümkündür.
Toplumun gerçek gücü, en kırılgan halkalarını nasıl koruduğunda ortaya çıkar. Dayanışma, yalnızca maddi destek değil; aynı zamanda onuru koruyarak merhameti gösterebilme sanatıdır. Bir toplum, en zayıf halkalarını sahipsiz bırakıyorsa güçlü değildir. Oysa merhamet, sabır ve dayanışma ile kırılgan hayatlara değer katmak, toplumun ruhunu diri tutar. Zamanı anlamlı kılmak, işte bu kırılgan hayatlara değer katabilmekle mümkündür. Çünkü zaman, tek başına akıp giden bir nehir gibidir; ona anlam veren, bizim insanî dokunuşlarımızdır.
Sonuç olarak, yaşlı kadının hikâyesi bize şunu hatırlatıyor: Zamanın akışı karşısında çaresiz değiliz. Onu değerli kılmak, başkalarının acısına merhem olmakla, kırılgan hayatlara umut taşımakla mümkündür. Hayatın gerçek anlamı, yalnızca kendi mutluluğumuzda değil; başkalarının yaşamına kattığımız ışıkta gizlidir. Zamanı anlamlı kılmak, kırılgan hayatlara dokunabilmekle mümkündür.