Osmanlı’nın son döneminde modern dünya ile karşılaşma İslam dünyasının ciddi anlamda sendelemesine sebep oldu. Bu sendeleme kimi zaman paradigmaya olan güvensizlik kimi zaman İslam ile modern dünya arasındaki uyumsuzluklardan doğan tutarsızlıklar ve savrulmalar biçiminde tezahür etmiştir.

Modern dünya bu karşılaşmanın tespit edilmesi gereken başlangıç noktası -ki bugün gelinen noktada da bu durum anlaşılmaktadır- müslümanların modern dünya ve onun argümanları karşısında yenilmiş olmasıdır. Benim görebildiğim müslümanlar bu gerçeği kabul etmekte oldukça zorlanmaktadırlar. Bu reddediş, bir yönüyle kendilerine yükledikleri tarihi misyon diğer yanıyla İslam’a yükledikleri anlam ile birebir ilintilidir.

Burada iki şeyi birbirinden tefrik etmek gerekir. Birincisi, İslam Hz. Adem’den (AS) bu yana devam eden evrensel bir geleneğin çerçevesini oluşturmaktadır ve bir hakikate işaret etmektedir. Bu yönüyle tarih boyunca farklı peygamberler (Hz. Musa, Hz. İsa (AS) ve farklı toplumlarda yeniden tebeyyün etmiştir. Bir hakikate işaret etmesi sebebiyle İslam yenilmiş değildir. Fakat bu hakikatin farklı zamanlarda tezahür etmesi farklı katmanlarda farklı biçimlerde olmaktadır. Bu noktayı atlamamak gerekir.

İkincisi, müslümanlar ise İslam’ın farklı tarihsel ve coğrafi mekanlarda tezahür ettiği insanlardır. Dolayısıyla tarih deveran ederken müslümanlar yenilgiler yaşayabilirler ve bu sosyolojik bir durumdur. İslam’ın kendi toplumlarında nasıl bir hakikat olarak tezahür ettireceklerinin yollarını araştırmak durumundadırlar. Adalet, liyakat, hakkaniyeti vb. bir değer ve entite olarak sahiplenmek zorundadırlar. Fakat görebildiğimiz kadarıyla, müslümanların galibiyetini bir an önce ilan etmek uğruna gerçekleri kabul etme ve realiteyi görebilme anlamında zaafiyetler yaşadıklarını görmekteyiz.

Modern dünya ile karşılaştıktan itibaren bugüne uzantıları devam eden iki ana düşünsel eksen oluşmuştur. Aslında kimi zaman siyasette eksen kayması şeklinde adlandırılan durum, ülkenin hem düşünsel hem de siyaseten nasıl bir zemine oturacağı üzerindeki tartışmayı içkindir. Bu iki ana eksenden ilki, İslami düşünce zeminidir. İkincisi ise, modern dünya ile karşılaşmadan itibaren modern dünyanın ana paradigmasını kabul üzerine dayanmaktadır.

Burada şöyle bir tespiti de eklemeliyiz. Seküler çevreler içinde tarihin derinliklerinden ge(tiri)len dinsel kodların etkisi elbette kültür içinde devam etmektedir. Diğer yandan “dindar” diye adlandırılan çevrelerin de modern dünya ve paradigmalarından etkilenimleri söz konusudur. Esasen İslamcılık siyasetinin bizzat modern nitelikler taşıdığını da bilmekteyiz.

Bugün kimi çevrelerde “seküler” ve “dindar” olarak adlandırılan kesimler arasında hangi konu olursa olsun bir kutuplaşmanın oluşmasının temelleri bu eksenlerde aranabilir. Bu iki yönelim arasındaki polemikler şahsi kanaatimizce yakın tarih içindeki olaylar üzerinden üretilmektedir. “Siz de şöyle yaptınız” türünden ortaya çıkan bu polemiklerin açıkçası ilerletici bir boyutu bulunmamaktadır. Dikkat ederseniz polemikler tarih içerisine saplanmış kalmıştır ve hiçbir sorunu çözmüyor.

Bir kesim “bilim”i görmezden gelmekle suçlanırken diğer kesim “din ve değerler”e kayıtsızlıkla eleştirilmektedir. Halbuki gerek bilim gerekse din insan hayatının gerçekliklerinin farklı görüntüleri ve boyutlarıdır. Meselelere tek taraflı yaklaşım hangi düşünceden ya da yönelimden olursa olsun, insan ile dünya arasında tek taraflı ilişki kurmakta ve bir boşluk bırakmaktadır.

Bunun sonucunda basit bir mesele karşısında yerleşmiş bir davranış biçimi geliştirilemediği gibi, din ve bilim işlevlerini yerine getiremeyecek düzeyde yıpratılmışlardır.