Tarih, ekseriyetle kılıcın çeliği ve topun gürültüsüyle yazılmış bir destan sanılır. Oysa medeniyetlerin kaderi, bazen bir fırçanın ucuna, bazen bir pergelin açısına, bazen de bir nakşın sessiz kıvrımına gizlenen o "bakış açısıyla" tayin edilir. 1480 yılının Kasım ayında, Venedikli ressam Gentile Bellini, Cihan Hükümdarı Fatih Sultan Mehmed’in karşısına geçtiğinde; modern zamanların liderleri gibi "Beni olduğumdan daha heybetli çiz" diyen, kusurlarını örten, filtreler arkasına saklanan, yalnızca suretini önemseyen sıradan bir fani bulmadı. Karşısında; sadece poz veren edilgen model de değil, tuvale aktarılacak her sembolü bizzat seçebilen hatta hükmedebilen, tarihi ve siyasi mesajları kurgulayabilen usta bir kültürel veri kodlayıcısı buldu.

Bir grafik tasarım uzmanı gözüyle baktığımızda, Fatih'in burada yaptığı şey tam olarak bir "Paradigma Değişimi" (Paradigm Shift) yaratmaktır. Sadece kendi dönemini değil, geleceği de konjektürün çok ötesinde kritik hamlelerle şekillendirmiş ve yeni bir görsel dilin önünü açmıştır. Bugün o tabloya bakanlar, yaşlı bir sultanın hüzünlü portresini görüyor olabilir; oysa o eser, bir yağlı boya resimden öte, dünyanın ilk "İnfografik Fermanı" ve Osmanlı İmparatorluğu'nun görsel kimlik inşasının gelecek nesile açılmasına izin verilen bir eserdir; hatta, Papa’yı İstanbul’a getirebilecek güce sahip, dünyanın en uzun süreli ve en güncel mesajını iletebilen infografiği olarak rekorlar kitabına girmesini de öneriyorum.

İletişim camiası iyi bilir; yetersiz liderler tasarımcıya "Bizi güçlü göster" diye talimat verirler, yani "brief" verir. Fatih ise Bellini’ye emir vermedi, ona erişim izni verdi. Çünkü Fatih biliyordu ki; Bellini gibi usta bir göz, onun yüzündeki o "Cihan Hükümdarı" ifadesini zaten soluyacaktı. Fatih, o tablo da verinin ve hakikatin bizzat kaynağıdır. Bellini ise tıpkı XIV. Papa Leo gibi bu hakikate şahit olan ve fırçasıyla tuvale döken, mahir bir sanatkârdır. Ortaya çıkan eser, Fatih’in vizyonunun Bellini’nin ustalığıyla süzülmüş en saf, en net infografiğidir.

Burada şahsi bir kanaatimi de not düşmek isterim: Bellini’nin o kemerli yüz hatları, derin yüz kıvrımları tüm çıplaklığıyla ve detayıyla vermesi tesadüf değildir. Normal şartlarda, Peygamber müjdesine nail olmuş, "cennetle müjdelenen" bir liderin, uhrevi bir tevazu maskesiyle veya kusursuzlaştırılmış bir güzellikle resmedilmesi beklenirdi. Ancak Fatih, o "beşeri" suretini saklamayarak gelecek nesillere şu sessiz mesajı vermiştir: "Ben bir masal kahramanı değilim, etten kemikten bir insanım ve bu halimle Roma'yı dize getirdim." Bu, gelecek neslin aklı karışmasın, özgüvenleri "ulaşılamaz ideallerle" kırılmasın diye bırakılmış bilinçli bir mirastır.

Tabloyu analiz ettiğimizde, karşımıza muazzam bir süreç ve derinlikli bir soyağacı (şecere) çıkar. Başının iki yanında havada asılı duran 6 taç, Fatih'ten önceki altı Osmanlı padişahını (Osman, Orhan, Murad I, Bayezid I, Mehmed I, Murad II) temsil eder. Bellini'nin fırçasıyla işlediği asıl veri ise Fatih'in önündeki o örtüye gizlenmiştir: 7. taç. Kumaşın üzerindeki işlemeye nakşedilen bu yedinci taç, Fatih'in Osmanlı'nın 7. padişahı olduğunu ve o değerli mirasın (devletin) şu anki meşru sahibi olduğunu simgeler. Yani bu tablo, sadece bir portre değil, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin görselleştirilmiş bir veraset ilamıdır.

Ancak bu noktada dikkatli gözler, resimdeki perspektif illüzyonunu hemen fark edecektir. Fatih ile izleyici arasında duran, üzeri Venedik ve Osmanlı uslubü ile sentezlenen bir örtüyle kaplı o mermer set, bu infografinin en stratejik hamlesidir. İlk bakışta Sultan o setin hemen arkasında duruyor sanılır; ancak Bellini’nin perspektifine yaklaştıkça bir sır ifşa olur: Fatih aslında uzaktadır, o set ile arasına bir mesafe koymuştur. Ancak o 7. taç... İlk başta Fatih’in ayakları dibinde gibi görünen o taç, perspektif hizalandığında aslında Sultan’ın tam kalbine ve göğsüne en yakın noktada durmaktadır.

Bu, muazzam bir mesajdır: Fatih tacı (iktidarı) ayaklar altına almamış, onu kalbinin hizasında tutmuştur. Yani "İktidar, benim ezip geçtiğim bir şey değil; kalbimde taşıdığım bir yüktür, sorumluluktur" demektedir.

Biraz daha dikkatli bakarsak, kapağı sıkıca kapatılmış o "Devlet Sırrı Sandığı"nın üzerindeki motiflere daha detaylı odaklanabiliriz... Buradaki detaylar, Fatih'in "Kültürel Veri Kodlayıcısı" kimliğinin zirvesidir. Oradaki çiçek benzeri, dört yapraklı ve ortası taşlı o gizemli desenler, sadece sıradan bir Osmanlı-Venedik sentez süslemeleri değildir. Bu motifler, Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'nin tılsımlı yüzüğündeki deseni sembolize eder. Bellini, bu deseni bilinçli olarak kullanarak Fatih'in soyuna, meşruiyetine ve o yüzükten gelen kurucu iradeye vurgu yapmıştır. Fatih, bu sembolleri (Atası Osman'ın yüzüğü, 7. Sultan mührü) kalbinin hizasında birleştirerek dünyaya şu mesajı vermiştir: "Ben cihanın çatısıyım; ama bu devletin sırrı, kurucu atamın yüzüğü ve asıl cevheri, benim göğsümün hemen altında, mahremimdedir."

Fakat ne hazindir ki, Hz. Fatih’in o "sandığının" kapağını sıkıca kapalı tutan bu yüksek şuur, asırlar sonra yerini trajik bir aşağılık kompleksine bıraktı. Dedeleri, Batı’nın sanatına asırlar sonra ilham olabilip "hükmederken"; torunları, Batı’nın Barok makyajına sığınarak "taklitçi" oldular. Şunu açıkça ifade etmek gerekir: Ecdadı tazim etmek, onların her tercihini kutsamayı gerektirmez. Atalar da hata yapabilir; büyük devletler de bazen akıl tutulması yaşayabilir. Bunu söyleyebilmek bizim milli değerlerimizi zedelemez, bizden bir şey eksiltmez; aksine bizi hatalarıyla yüzleşebilen olgun bir medeniyet kılar. Barok sanatı, Avrupa’da tarihsel bir ihtiyaçla; Reform hareketleriyle gücünü kaybeden Kilise'nin, kitleyi yeniden kazanmak için "aklı" değil, "gözü" hedef alan bir stratejisiyle doğmuştu.

Mesele Barok üslubunun kendisi değildir. Teşvikiye Camii, Ortaköy veya Nuruosmaniye gibi, doğuştan bu üslupla tasarlanmış yapılar, kendi dönemlerinin zarif şahididir ve o elbiseyi şık taşırlar. Ancak mesele, Selimiye gibi "Tevhid" ve "Matematik" üzerine kurulu, Mimar Sinan’ın o sade dehasının kalbine sonradan eklenen Barok gürültüsüdür. Klasik Osmanlı mimarisinde tezyinat, yapıyı gizleyen bir maske değil, onu belirginleştiren bir fısıltıdır. Fatih’in dönemi, gücünü sadeliğinden alırdı. Sonraki dönemlerin o abartılı süslemeleri ise zannedildiği gibi bir "zenginlik" göstergesi değil; bilakis, kaybedilen gücü örtbas etmeye çalışan bir zihin fakirliğidir. Rahmetli, değerli sanat tarihçisi ve mimar Doğan Kuban’ın dediği gibi; Selimiye’ye yapılan bu müdahale bir üslup değişimi değil, bir "anlam kaymasıdır". Bugün Selimiye'nin kubbesine baktığınızda, bir yanda bilge mimar, Sinan'ın vakur sadeliğini, diğer yanda Barok abartısını görürsünüz; kubbe adeta iki ayrı dilde konuşmaktadır.

Fatih Sultan Mehmed o tablodan çıkıp gelse, bugünün sanat ve iletişim camiasına o meşhur kartal bakışlarını diker ve şöyle derdi: "Ben size dünyayı yönetebilen bir irade bıraktım. Siz ise benim mülkümde, benim kurduğum vizyonun kötü birer kopyası oldunuz."

İşte tam da bu noktada, yıllar sonra Fatih’in o akıl dolu duruşuyla körleşen gözleri yeniden açmaya hedefleyen sese kulak vermeliyiz. Silsile yöntemiyle; Ahilik sistemi ve akademi aklıyla, o Ehl-i Hiref'in ferasetiyle, bu tahrifata daha fazla izin vermemek gerek. İletişim camiası malum; hâlâ "altın oranların" üzerini örtmeye çalışan, hakikati duymaktan tedirgin zihinlerle dolu. Oysa mesele sadece 'altın oran' da değil; mesele hakikatte ve gerçeklerde. Zira dikkatli bakarsanız, biz Lale Devri’nde zaten altın oran aramıyoruz; çünkü orada hakikat, süsün altına çoktan saklandı.

Hz. Fatih’in zihin sandığını yeniden açmak, o "filtresiz hakikati" Barok gürültüsünden temizleyip aslına rücu ettirmek boynumuzun borcudur. Gerçekler tedirgin etse de, Bellini’nin fırçası ve Fatih’in vizyonu yalan söylemez. Ve şundan adım gibi eminim: Eğer Fatih Sultan Mehmed ve Ulu Mimar Sinan bugün mezarlarından kalkıp bu manzarayı görselerdi; yiyeceğimiz o okkalı tokatla, ertesi gün hakikati sadece üç değil, sekiz boyutlu görmeye başlardık.