Müslümanların dünya ile ilişkileri bugün için bir dengesizlik durumunda işlemeye devam etmektedir. Bu dengesizliğin bir boyutu ve hatta üzerinde daha çok durulan boyutu dünyevileşmeye (sekülerleşme) doğru eğilimdir. Ancak meselenin bugün için diğer boyutu üzerinde pek durulmaz.
Dinler ve özelde İslam kendi müntesiplerini “dünya” hayatı karşısında uyarırlar; hakikatin bir gereği olarak dünya hayatının geçiciliği ve âhiret yurdunun sürekliliği üzerinde dururlar. Dünyaya karşı aşırı eğilimler ise, insanda yanılsamalar yarattığı için eleştirilir. Bununla birlikte dünyadan nasibin alınması yönündeki ifade de en azından insan için dünyaya dair bir denge yaratmayı hedefler.
Dengesizlik durumu bir yandan dünyaya dair başarısızlığı diğer yandan dünyaya aşırı temayülü birlikte getirecektir. Bir yandan fakirlik, sömürü ve başarısızlığı dünyayı elinin tersiyle itmek olarak değerlendirir ve meşrulaştırırken, diğer yandan dünyeviliğin insanı yönetmesine izin verilecektir.
Bugün müslümanlar arasında “dünya”ya dair yaygın söylemin dünyaya yönelik insan temayüllerine (dünyevileşmeye) yoğunlaştığını görebilmekteyiz. Böyle bir gerçekliğin varlığın elbette bahsedilmelidir. Fakat bunun öncesinde insanların dünya ile sağlıklı ilişki kurabilecek imkanlara sahip olup olmadıkları pek tartışılmaz. Sömürgeleştirme, bölüşümde adalet, bilgi üretimi vb. bu başlıklardan sadece birkaçıdır.
Sekülerleşme kavramı Türkçe’de “dünyevileşme” şeklinde karşılanmakla birlikte, sekülerleşme kavramının içinde çıktığı coğrafyada ifade ettiği sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik içerikleri “dünyevileşme” tam olarak karşılamaz. Esasen sekülerleşme modernizmin temel sacayaklarından bir unsur olarak yeni ontolojik ve epistemolojik dönüşümün ögelerinden birisidir.
Nasıl birey, modernizmin yeni bir varoluş biçimi olarak insan profiline atıfta bulunuyorsa, sekülerleşme de bu insanın dünya ile sınırlı ontoloji ve epistemolojisine vurguda bulunmaktadır. Bu bağlamda sekülerleşme insanın Tanrı’ya olan referanslarını geri çekerek ontoloji ve epistemolojide kendisine referansta bulunduğu bir kopuş durumuna denk gelmektedir. Dolayısıyla kelimenin gerçek anlamıyla modern insan ereğini dünya ile sınırlı içkinliğinde arayan bir varlıktır.
Tüm bunlar İslam ile modernizm arasındaki gerilimin paradigmal düzeyde olduğunu bize öncelikle göstermektedir. Fakat müslümanlar son iki üç yüzyıllık modernleşme serüveninde, aslında gündelik hayatta ve zihin dünyalarında bu gerilimi tecrübe etmekle birlikte sorunun hallini moderniteyi İslam’a tercüme etmekte bulmuşlardır. Bu ise ya paradigma sorununu görmezden gelmeyi ya da bol islami görüntülü hayatların meşrulaştırılmasını sonuçlamıştır.
İslam dünyasının modernleşme deneyimlerine baktığımız zaman konumuz bağlamında şu noktalara dikkat çekilebileceğini görmekteyiz. Birincisi, müslümanlar modernlik ve sekülerliğe dair kapsamlı bir teori üretebilmiş değillerdir. Bu üretimsizlik bir yanda zengin müslüman ülkelerin halklarında konforlu, Batı’yı taklit eden, dünyevileşmeye meyilli bir hayat tarzı üretirken, diğerlerini imkansızlıklar içindeki bir fakirliğe mahkum etmiştir. Bunlar ise bir yandan mevcut durumlarını islami söylem üzerinden onaylamakta diğer yandan asgariyi bile elde edemediği için Batılı yaşam tarzına sürekli özenti duymaktadır.
İkincisi, esasen İslam dünyası bir bilgi üretimi gerçekleştiremediği için yönetememekte ve üretememektedir. Bu ise dünya karşısında bir mahrumiyet duygusu yarattığından insanların içinde dünyaya dair ukde ve yaşanmamışlık hissini kuvvetlendirmektedir. Bu sebeple müslüman toplumlarda “modern” olma yönündeki talepler hala çok güçlüdür.
Ölümden sonraki hayata iman elbette önemli inançtır ve dinlerin ortak vurgusudur. Fakat henüz ortada “ölümden önceki hayat”a dair teori geliştirmeyen müslüman toplumlar âhireti nasıl sağlıklı kuracaklardır?