Geçen yazımda müslüman toplumların bilgi, entelektüellik, üniversite vb. kavramları yeniden tartışmaları gerektiğine değinerek bitirmiştim. Böyle bir sorgulamanın zorunluluğu birkaç sebepten kaynaklanmaktadır. Bu sebepleri farklı yaklaşımların kesişim kümesinde analiz etmeye çalışacağım. 

İnsanoğlu bir kültürün içine doğar. Bu kültür öyle belirleyici bir rol oynar ki, kişinin hayat tarzı, doğruları, hayata, insana ve dünyaya bakışında sabitelerinin oluşmasını sağlar. İnsanın kültür karşısında üç farklı tavrının gelişeceğini söyleyebiliriz. İlki, hayatları boyunca içine doğduğu kültürün sınırları dışına çıkamayan, bu kültürü kesinlikle sorgulamayan; dolayısıyla insan üzerinde kültürün belirleyiciliğinin mutlak olduğu durum. Aslında bu durumda sıkı bir şekilde töre ve gelenekselliğin belirlediği insanlardan bahsetmekteyiz ki, bir toplumda çoğunluk bu kategorinin içindedir. 

İkincisi, içine doğduğu kültürü zaman zaman sorgulamakla birlikte, büyük oranda onun belirleyiciliğinin dışına çıkamayan insanların tavrı. Bu insanlar içine doğdukları kültürü tamamen bir veri kabul ettiklerinden farklılıklara doğru eğilimlerden de endişe ederler. Üçüncüsü, içine doğdukları kültürü sorgulamanın ötesine geçerek, bu kültürü aşabilenlerdir. Bu insanlar kendisini kuşatan kelime, kavram ve hayat tarzı üzerine sürekli düşünürler. Doğrusu bu üçüncü kategorinin en zirvedeki örnekleri peygamberlerdir. 

Elbette bir kültürün tamamen terkedilmesi diye bir şey söz konusu değildir. Dolayısıyla kültürden azad edilmiş bir insan ve toplum hayatı söz konusu değildir. Zira insanın gündelik yaşamının devam ettirilmesi, öğrenilmiş ilişkiler ve hayat tarzındaki süreklilik de kültür üzerinden devam ettirilmektedir.

Müslüman toplumlarda son elli yıldan bu yana gelişmelere bakacak olursak, iki tavrın baskın geldiğini görmekteyiz. Daha önce modern çağın kültürüne mesafeli dururken, bu kültürün içeriklerine çok vakıf olmadan reddiyeci bir tutum geliştirmekte idi. Bu tutumunun sebeplerinden birisi de henüz maddi güç enstrümanlarına sahip olmaması zikredilebilir. Fakat bu tavır bugün mevcut post/modern kültürün veri olarak kabulü yönünde bir tahavvül geçirmiştir. 

Böyle bir değişim sürecinde iki detaya özellikle dikkat çekmeliyiz. İlki, mevcut yaklaşım ve anlayış biçimlerini veri olarak kabul ettiğinden (yani kültürü aşamadığından) İslamı eklektik bir öge haline getirmektedir. İkincisi de, soru(n)larını yeniden tanımlamak ve tartışmak yerine güç enstrümanları ile kendisini mutlaklaştırmaktadır. 

Bugün söz gelimi; bilgi kavramını yeniden tanımlamak, nasıl üretildiğini, sınırlarını, öznesini, bilgiye egemen unsurları tartışmak bir zarurettir. Zira ortada dolaşımda olan bilgilerin Müslümanlardan başlayarak tüm dünya insanları üzerinde Batı egemenliğini pekiştirecek işlevleri görünür olmaktadır. Öncelikle müslüman toplumlar kendi asli referanslarına bakarak bu tanımlarını netleştirmeleri, ardından dünya ölçeğinde “bilgi”nin felsefesi ve sosyolojisini yeniden çözümlemelidirler. Bu tabii ki bilgi konusunda takip edilmesi gereken bir soruşturmadır. 

Fakat müslümanların bu soruşturmalardan uzaklığını da bir gerçeklik olarak belirtmeliyiz. Bir kere bilgiden çok spekülasyonların ve metafizik kurguların merkeze alındığı bir durum söz konusu. Bu durum inancını bilgi zanneden bir tavır üretmektedir. Batılıların “aşkın”dan kopuşu gibi sorun bir uçta kendisini gösterirken, diğer uçta müslümanların metafizik spekülasyonlara başvurusu her seferinde problemi derinleştirmektedir.

Buna ilaveten mevcudun sürekli veri kabul edilerek üretilen eklektik formlar ise, müslüman toplumların kendi içlerinde sürekli patinaj yapmalarını ve enerji kayıplarını daha iyi açıklamaktadır. Bu zihinsel tıkanıklığın aşılması ise bir aciliyet arz etmektedir.