“İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.” (Buhârî, Tevhîd, 2; Müslim, Fedâil, 66)

Bu hadis, sadece bir nasihat değil; insanlığın varlık sebebini özetleyen ilahî bir uyarıdır. Çünkü merhamet, Allah’ın kullarına en büyük lütfudur. Merhamet kalkarsa insan da kalmaz, vicdan da...

Bugün dünyanın her köşesinde mazlumların çığlıkları göğe yükseliyor. Gazze’de çocuklar enkaz altında, Sudan’da açlıktan gözleri kapanan bebekler, Yemen’de bombalar altında inleyen anneler… Ve biz, ekran başında gözlerimizi kaçırıyoruz. Oysa Resûlullah’ın sözü kulaklarımızda çınlamalıydı: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.”

Merhamet artık bir duygudan çok, bir lüks haline geldi. Sokakta aç bir kediyi görmezden gelen, komşusunun derdiyle ilgilenmeyen, bir annenin gözyaşını umursamayan kalpler, nasıl olur da Allah’tan rahmet bekler? Merhamet, sadece ağlamak değil; acıyı dindirmek için adım atmaktır.

Allah, kalplerimizi taşla değil, merhametle yaratmıştı. Ama biz, o merhameti dünya hırsına, nefret siyasetine, çıkar oyunlarına kurban ettik. En acısı da şu: Artık zulmü görünce “ne yapalım, kader” diyoruz. Oysa kader, susanların değil, direnenlerin yanında tecelli eder.

Eğer bugün ümmet olarak rahmetten mahrum kaldıysak, belki de sebebi budur. Çünkü merhamet etmeyi unuttuk. Gazze’ye, Sudan’a, komşumuza, hatta evladımıza bile...

O halde bu hadis, bir uyarıdan çok bir çağrıdır:

Kendimize dönelim. Kalplerimizi yeniden diriltelim.

Bir çocuğun gözyaşını silmekle, bir açın karnını doyurmakla, bir mazlumu savunmakla başlayalım. Çünkü Allah’ın rahmeti, merhametiyle yaşayanların üzerindedir.

Unutmayalım:

Merhamet, sadece insanlık değildir. Merhamet, imanımızın kalp atışıdır.

Ve o atış durursa, ümmet ölür.