İçinde yaşadığımız günlere dair, tarifi zor lakin herkesin iliklerinde hissettiği ortak bir tecrübe var: zeminin ayaklarımızın altından usulca çekildiği tuhaf bir baş dönmesi. Bu, dünyanın herhangi bir metropolünde hissedilen küresel bir ateşin bizim topraklarımızdaki çok somut bir tezahürü. Büyük bir krizin, her birimizin hayatına sızan ince sızıntısı. Bu sarsıntı, Asya'dan kalkan bir konteyner gemisinin limanımıza ne zaman varacağını bilememenin belirsizliğinde, raflardaki bir ürünün fiyatının yarın neden fırlayacağını kestirememenin çaresizliğinde somutlaşıyor. Ve bu kolektif baş dönmesinin ardında, artık yüzleşmekten kaçamadığımız o hakikat duruyor: bizi bir arada tutan asıl harcın, kanunlardan önce, görünmez mürekkeple yazılmış zımni bir ahitname olduğu.

Ve o mürekkep, artık gözümüzün önünde buharlaşıyor. Ve biz, belki de ilk kez, onsuz bir dünyanın dilini konuşmaya çalışıyoruz.

Bu görünmez anlaşma neydi? Uluslararası ilişkilerde öngörülebilirlik, ticarette karşılıklılık ve diplomaside asgari bir güven varsayımına dayanan, İkinci Dünya Savaşı sonrası inşa edilmiş bir dünya düzeniydi. Bu düzen, sadece antlaşmalarla değil, aynı zamanda kuralların kaba kuvvete üstün geleceğine dair paylaşılan bir inançla ayakta duruyordu.

2018'de patlak veren ABD-Çin ticaret savaşı, bu zımni anlaşmanın basit bir ihlali değildi. O, mürekkebin bizzat buharlaştırıldığı, ahitnamenin kasıtlı olarak yakıldığı bir andı. Ocak 2018'de güneş panellerine konan o ilk gümrük vergisi, bir metanın fiyatından çok daha fazlasını hedef alıyordu; bir devrin zihniyetine açılmış ilk çatlaktı. Mart ayında çelik ve alüminyum tarifeleri geldi. Soğuk Savaş'ın tozlu raflarından indirilen eski yasalar, "ulusal güvenlik" gerekçesiyle lastik gibi esnetildi; ticari rekabet ile varoluşsal tehdit arasındaki sınır böylece silindi.

Eski düzenin aslında kazananların imtiyazını koruyan bir oyun olduğu söylenebilir. Fakat oyunu bozmak, kuralları ortadan kaldırmak değildir. Çünkü ahitnamenin yakılmasıyla çıkan ateş, adil bir dünya aydınlatmadı; herkesi kör eden bir duman üretti. Kuralların olmadığı bir ormanda adaleti en son bulanlar, daima en savunmasız olanlardır.

Bu anarşinin en sembolik eylemi, küresel ticaretin hakemi olan Dünya Ticaret Örgütü'nün felç edilmesiydi. Bu, kural kitabını yırtıp atmakla eşdeğerdi. Artık o görünmez mürekkep, Washington'un ağır meşe masalarında değil, her gün parlayıp sönen ekranların soğuk ışığında buharlaşıyordu. Belirsizlik, stratejinin ta kendisi haline gelmişti. Dünya, artık sabah hangi kuralın geçerli olduğunu bilmiyordu. Bu yeni ve acımasız mantık, bir zamanlar küresel istikrarın teminatı olarak görülen ekonomik karşılıklılığı bir silaha dönüştürdü. Güvenin çekildiği bir dünyada, ne ekonomik refah ne de askeri güç toplumu bir arada tutmaya yeter.

Yakın gelecek, büyük ve evrensel bir anlaşmayla değil, birbirine rakip, teknoloji standartları ve siyasi sadakatle örülmüş daha küçük 'güven adacıklarıyla' şekillenecek. Ve Türkiye gibi ülkeler için asıl sınav da burada başlıyor: bu rakip adacıklar arasında kendi egemen rotalarını nasıl çizecekler?

Ve bazen, o silinen ahitnamenin mürekkebini yeniden damıtmaya çalışanlar, en beklenmedik yerlerde belirir. Daha dün Norveç'ten gelen bir haber, bunun en taze kanıtı. Nobel Barış Ödülü, gücü ve gürültüyü değil, Venezuela'da zorbalığa karşı direnen bir kadının, Maria Corina Machado'nun cesaretini onurlandırdı. Bu, kaba kuvvetin hüküm sürdüğü bir çağda, vicdanın hâlâ uluslararası bir para birimi olduğunun fısıltısıdır.

Yoksa asıl cevap, büyük manifestolarda değil de her birimizin o mürekkebi dürüst bir sözle, samimi bir bakışla, adil bir davranışla yeniden damıtma cesaretinde mi saklı? Belki de medeniyeti yeniden inşa etmenin ilk adımı, birbirinin gözünün içine bakabilen, sözüne güvenilen ve verdiği sözü tutan insanların o en küçük, en insani, en kalıcı anlaşmasıdır.

Çünkü kağıt yanar, mürekkep uçar; ama vicdanın hafızası silinmez.