Bir cümle var, insanın yüreğine saplanan bir hançer gibi:
“Dininizi iyi öğrenin ve ona göre yaşayın, yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz.”
Ne kadar doğru, ne kadar yakıcı bir uyarı…
Bugün Müslüman, dinini kitaplardan değil, kulaktan dolma cümlelerden öğreniyor. İman, ekranlardan süzülen sloganlara; ibadet, alışkanlığa; ahlak, menfaate dönüşmüş durumda. Herkes “Müslümanım” diyor ama kimse “Müslüman gibi mi yaşıyorum?” diye sormuyor.
Oysa din, kalbe inmeden dilde kalırsa, puttan farksız bir şekilcilik haline gelir.
Artık insanlar namaz kılarken kalpleri telefonunda, oruç tutarken dili dedikoduda, zekât verirken gözleri menfaatte... Tesettür, moda olmuş; ibadet, gösterişe dönmüş; sabır, unutulmuş; haram, normalleşmiş...
Sonra da herkes birbirine “Elhamdülillah Müslümanız” diyor.
Evet, ama hangi İslam bu?
Kur’an’ın rehberliğini bırakıp sosyal medyanın “din yorumcularını” dinleyen bir toplum olduk. Hoca gördüklerimiz, menfaatin rüzgârına göre fetva veriyor; alim zannettiklerimiz, adaletin değil, iktidarın yanında duruyor. Dini yaşamak yerine, dini savunuyoruz — ama neyi savunduğumuzu bile bilmiyoruz.
Dinin özü merhamettir, adalettir, kul hakkından korkmaktır.
Ama biz merhameti unuttuk, adaleti susturduk, kul hakkını da faturaya çevirdik.
Sonra da yaşadığımızı “İslam” diye pazarladık.
Din, sadece başörtüsü, sadece sakal, sadece namaz değildir.
Din, haksızlığa susmamaktır.
Din, mazlumu korumaktır.
Din, kul hakkına el uzatmamaktır.
Din, birinin ekmeğini, birinin onurunu, birinin umudunu çalmamaktır.
Bugün öyle bir hale geldik ki, Allah’ın dinini değil, nefsimizin dinini yaşıyoruz.
Sonra da kendimizi dindar zannediyoruz.
Oysa belki de, yaşadığımız şey din değil, gafletin alışkanlığıdır.
Evet…
Dininizi iyi öğrenin ve ona göre yaşayın.
Yoksa, inanın bana, yaşadığınız hayatı din zannetmekten daha büyük bir yanılgı yoktur.