Her yazı, belli düzeyde, meramını anlatmanın vesilesidir. Bir duyguyu paylaşma, bir yargıyı iletme, bir durumu anlatma bu iletinin bazı noktalarını oluşturur. Bazen bunların her biri tek tek, bazen de birkaçı birlikte olmak üzere yazının kompozisyonunu meydana getirirler. Ama ben hangi gerekçeye dayanırsa dayansın betimlemekten hoşlanıyorum. Hayatı güzelleştiren şey ayrıntı olduğuna göre en güzel yazılar da betimleyici olanlardır diye düşünüyorum. Dünyayı nasıl yeşerti güzelleştiriyor, kuruluktan kurtarıyor, nesneyi nasıl yakından bakış parlatıyorsa bir yazıyı da betimleme inceltiyor, süslüyor, ana hatlarını teferruatla buluşturarak ona derinlik ekliyor. Bütün bunlar elbette o an, yazılma sürecinde olmasa da her halükarda bir okuyucunun zımni varlığını gerektiriyor ki bu da bize bir yazının ancak muhatabına ulaştığında tamamlanmış olabileceğini gösteriyor. Ben de bugün okuyucunun sabrına sığınarak kendim için, kendime yönelik, şahsımın okuyucusu olacağı bir yazı yazacağım. Evet, bu yazının birincil okuyucusu bizzat ben, kendimim ve burada ilkokul yıllarından, daha o ilk gençlik çağlarından başlayarak hayatımda önemli bir yeri olan bir şehirden, Gölbaşı’ndan bahsedeceğim.

Şehrimiz, kökleri ve başlangıç noktası Akdeniz’e ulaşan, Toros dağlarından kopup gelmiş, arada bir, özellikle yazları, onun yelini de içerilere, şimdi bulunduğum gölün kıyısına ulaştıran dar ama asla insan ruhunu daraltmayan bir vadinin içine kurulmuştur. Kuz dağları ile Çataltepe arasında, yukarıdan bakılınca kasabaya benzeyen bu şirin belde Anadolu’nun diğer şehirleri gibi her sabah hayata uyanır, akşama kadar çabalar, didinir, gecenin bir vaktinde de sessizliğe gömülür ve bir sonraki günü bekler. Burada da diğer yerlerde olduğu gibi insanlar işinde gücündedir, burada da diğer yerlerde olduğu gibi hayat bir müddet sonra rutine biner, doğaya eşlik eden insanlar da o tekdüze yaşamı inceltmek için bazen şehrin yanı başındaki Göksu ırmağına, bazen dağ eteklerindeki barakalarına, bazen bağ ve bahçelerine, çoğu zaman da gölün karşısındaki Cafer’in Yeri’ne gider, iç dünyalarını bu mekanlarla zenginleştirir, üzerlerindeki ağırlığı bu mekanlarla atarlar.

Özellikle depremden önce Gölbaşı, şirinliğine diyecek olmayan nadir ilçelerden biriydi. Şehrin tam ortasından geçen yol Maraş’ı Malatya’ya bağlamakla kalmaz, sağa dönülünce Adıyaman ve Urfa’ya da açılır, yol boyu insanı karşılayan Antep fıstığı ağaçları, erikler, hurmalar, bademler, namı ülkenin neredeyse tamamına yayılmış olan üzüm bağları eşliğinde sizi gideceğiniz yere ulaştırır. Demiryolu da hakeza Doğu’yu Akdeniz’e taşıyan harika bir imkandır. Öteden beri tren raylarına, garlara, bekleme salonlarına tutkuyla bağlı olan ben, Gölbaşı’nı belki biraz da bu yüzden, diğer her yerden daha çok sevdim. Çocukluğumda ne yapar eder, okul çıkışlarında İstasyon caddesinin çınar ağacı gölgelerine sığınarak usul adımlarla gara gider, oradaki çay bahçesindeki banklardan birine oturur, fıskiyenin küçük havuza serpiştirdiği suyun sesini dinler, trenden inen ve binen insanların telaşesine dikkat kesilir, dinlendiğime karar verince yine usul adımlarla evin yolunu tutardım. Bazen de şimdilerde Konya Bölge Adliye Mahkemesi savcısı olan ezeli ve ebedi dostum Ziya Ersoy ile bisiklete biner, istasyon ile Asfalt mahallesi arasında gider-gelirdik. Bütün bunlar şimdilerde hiç yaşanmamışçasına, belki de bir rüyanın gerçekliğinin ötesine geçmeyen anılar olarak şöyle bir dokunup gidiyor. Şimdi, bu yaz başlangıcında, Cafer’in Yeri’nden aşağı, göle, kıyısındaki koyu yeşil sazlıklara, gür yapraklı ceviz ağaçlarına, çınar ve söğüt ağaçlarına bakarken her şeyin yalan olduğunu, hayatın aslında birkaç saniyelik rüyadan öte bir anlam taşımadığını bir kez daha teslim ediyorum. Bununla birlikte, çocukluk rüyamızın şahidi olan bu şehre bir kez daha, şükran ve minnetle bakıyorum.

Dünyanın neresine giderse gitsin insanın ayakları çocukluğunun şehirlerine yürüyor. Nereye bakarsa baksın insanın gözleri hep çocukluğunun mekanlarını arıyor. Çocukluğumuzun mekanları depremin altında kalmış olsa da hafızanın yolları ne yapıp edip o yıkılmış olanları yerinden kaldırıyor, yeniden onarıyor ve orada, olduğu biçime çevirmenin bir yolunu buluyor. Gökyüzünün renklerini kuşanan, kışları gri, baharları badem yeşili, yazları mavi ve lacivert, sabahları şeffaf, müphem bir beyazlıkla çevreli, öğleleri günışığının harmanlandığı, hafif rüzgarlarda yağmur damlasından biraz hallice harelere bölünen göl de bütün bunların en büyük şahidi.

Bayram bitti ve ben yarın yeniden bütün bu güzellikleri, bu asude birkaç günü bırakıp büyük şehirlerin karmaşasında kaybolmak, vahşi siyasetin, çapsız siyasetçilerin kirli elleri tarafından ruhu paramparça dağılmak, zihni delik deşik edilmek üzere yollara düşeceğim. Belki incir zamanı, fıstık zamanı, bağ zamanı bir daha gelip birkaç gün kalacak, ruhumu onaracak, sonra gözüm arkamda kalarak yeniden yollara düşeceğim. Ama bütün vaktinizi orada, onunla geçirmeseniz bile dünyanın bir yerinde, sizi beklediğine gönülden inandığınız şehirlerin olması, bir kökünüzün bulunduğunu bilmek insana güç katıyor. Belki de bu yazıyı kıymetli büyüğüm, şehrin yüz akı, Adıyaman Üniversitesi’nin gelmiş geçmiş en etkili, en verimli rektörü, memleketin diğer pek çok aydını gibi değeri çok az bilinmiş ama gönlümüzdeki yeri hep en yukarılarda bulunan Prof. Dr. Mustafa Gündüz’ün bir zamanlar söylediği bir sözle bitirmeli: “Biz nereye gidersek gidelim Gölbaşı’nın çocuğuyuz. Hangi toprağın üzerinde yaşarsak yaşayalım Gölbaşı’nın toprağına karışacağız.” O toprak ki ne vakit gelsek bizi karşılar, yıkar, yeniler, yeniden yolcular. O toprak ki bizimdir, bizdendir, bizimledir. İyi ki bizimledir…