“Lenin’in eserlerini okuyalım! Onun öğretileri mücadelemize ışık tutsun! Lenin’in hayatını öğrenelim! Onun hayatı tüm devrimcilere örnek olsun!” (Halkın Yolu, 19.4.1977, sayı 10, s. 16)
Ve Komünist Totaliter İdeolojinin azgın militanlarının halkımıza senelerce süren bir kâbûs yaşattığı o devirden ibretâmîz bir haber (nice emsâli arasından sâdece bir tânesi):
“Militanlar TARİŞ’i mahvetti… İşgalci militanlar tanesi 10 bin lira olan iğlerden 75 bin tanesini sökerek mızrak haline getirdi… İşgalci militanlar 40 ton işlenmiş iplik, 120 ton yarı mamûl iplik ile 300 balya pamuğu kullanılamaz hale getirdi… TARİŞ Çiğli İplik Tesislerini onarmak için 1,5 milyar liradan fazla para ile 6 aylık zamana ihtiyaç var… Fabrikada külliyetli miktarda silah, cephane ele geçirildi… Günlerce Türk güvenlik kuvvetlerine kurşun yağdıranlar, üretim araçlarını tahrip etmek bir yana, polis öldürmekten de çekinmediler…” (Tercüman, 22.2.1980, s. 1)
Stalin’e tapınış
Rusya’daki Komünist Rejimin Stalin’in şahsında temsîl edildiği devirde, bütün memleket onun portreleri, büstleri, heykelleriyle doluydu ve gece-gündüz o zikrediliyordu. Her vesîleyle ona, onun fikirlerine, sözlerine atıfta bulunmak, onun her emrine itâat etmek, onu biteviye övmek, tebcîl etmek mukaddes bir vatandaşlık ve komünistlik vazîfesi addediliyordu. Sovyetler Birliği Komünist Fırkası’nın resmî nâşiriefkârı olan Pravda’nın 28 Ağustos 1936 târihli nüshasında neşredilen şu şiir, Komünist şahısperestlik hakkında bir fikir verebilir:
“Ey büyük Stalin! / Ey halkların reîsi! / Sen ki insana hayât verirsin, / Sen ki toprağı yeşertirsin, / Sen ki asırlara can katarsın, / Sen ki baharı çiçeklendirirsin, / Sen ki çalgının tellerini titretirsin, / Sen benim baharımın ihtişâmısın! / Sen, milyonlarca kalbde ışıldıyan güneşsin!” (Fransızcası: “Ô grand Staline / Ô chef des peuples / Toi qui fais naître l’homme / Toi qui fécondes la terre / Toi qui rajeunis les siècles / Toi qui fais fleurir le printemps / Toi qui fais vibrer les cordes musicales / Toi splendeur de mon printemps / Soleil reflété par des milliers de cœurs.”) (https://www.webpedago.com/media/file/K16b3k7D/article-pravda.pdf; 16.11.2024)
Bu cephesiyle Komünizm hakkında esâslı bir tahlîli, C. N. Parkinson’a medyûnuz.
Cyril Northcote Parkinson (Durham, Barnard Castle, 30.7.1909 – Canterbury, 9.3.1993), îtibârlı bir İngiliz siyâsiyâtçı ve târihçisidir. İngilizce ilk baskısı 1958’de neşredilen The Evolution of Political Thought (Siyâsî Düşüncenin Seyri) ünvânlı iki cildlik eseri hâssaten rağbet görmüştür. Bizim de istifâde ettiğimiz Fransızca tercümesi, Louis Evrard’ın eseridir ve 1964’te piyasaya çıkmıştır. Eserin en alâka çekici Fasıllarından biri, Müellifin, kitabın birinci cildinde, Komünizmin Rusya’da bir dîn hüviyeti kazanmış olduğunu ve Komünist şahısperestliğini anlattığı “La théocratie du communisme (Komünizm Teokrasisi)” başlıklı Fasıldır. Buradan en fazla ibretâmîz bulduğumuz aşağıdaki pasajları tercüme ediyor ve mühim bir vesîka kıymetini hâiz olması hasebiyle, Fransızcasıyla berâber takdîm ediyoruz.
“Şâyed Teokrasinin ayırd edici vasıfları bir müessis, bir esâtîr, bir Mukaddes Kitâb, bir ruhbân zümresi, bir hac mahalli, bir Engizisyon ise, bu takdîrde Komünizm de günümüzün dînlerinden biri addedilmelidir. Tabiî, ilâhsız dîn olamıyacağı gibi bir îtirâzda bulunulabilir ve îtirâz, bu mevzûu ayrı bir Fasılda ele alacak kadar yerindedir. Lâkin o, Komünizmi dînler listesinden çıkaracak kadar ciddî bir sebeb teşkîl etmez. Nitekim, Budizmin müessisi, tilmîzlerinin anlıyabildiği kadarıyle, hiçbir İlâha inanmıyordu. O, George Bernard Shaw’un hürmet ettiği ‘Hayâtî Kuvvet’e oldukça mümâsil bir îzâh tarzıyle mutmâin olmuş görünüyor. Yine de têsîs ettiği dîn, mezhebleri, sapkın kolları ve farklı metin tefsîrleriyle dîğer dînler gibi bir dîn olmaktan hâlî kalmadı. Dîğer taraftan, Bouddha, bir İlâha inanmaktan müstağnî kaldığı için, tilmîzleri, bizzât onun ilâhî öze sâhib olduğuna kâil oldular. Binâenaleyh Lenin’in de Komünizmin İlâhı olmaması için bir sebeb bulunmuyor. Târihte bir Ateistin ilâhlaştırıldığı görülmemiş şey değildir. (Si les traits distinctifs de la théocratie sont un fondateur, une mythologie, un Livre sacré, un clergé, un lieu de pèlerinage, une Inquisition, alors le communisme doit être mis au nombre des religions de ce monde. On objectera sans doute que pour faire une religion, il faut un dieu; et l’objection est assez fondée pour que ce sujet soit traité dans un chapitre à part; mais elle n’offre aucune raison sérieuse de rayer le communisme de la liste des religions. À ce que ses disciples purent comprendre, le fondateur du bouddhisme ne croyait en aucun dieu; il paraît s’être satisfait d’une explication assez semblable à la Force vitale révérée par George Bernard Shaw. Il n’en fonda pas moins une religion, avec sectes, hérésies, et critique textuelle; et comme il avait omis de croire en un dieu, c’est en lui que ses disciples placèrent l’essence divine. Il n’y a donc pas de raison de croire que Lénine ne sera pas le dieu du communisme. On a déjà vu un athée divinisé.) (pp. 337-338) […]
“Bolşevik İhtilâli patlak verdiği zamân, Bolşevik Fırkası, ancak 30 bin kadar âzâya sâhibdi. Şu var ki bunlar seçme, Komünist fikirleriyle meşbû, zorluklarla imtihân edilmiş ve îtimâda şâyân kimselerdi. Hiç şüphe yok ki Lenin, aşırı soldaki hayâlperestleri saf dışı bırakarak, Komünizmi, başka hiçbir îmânla uzlaşamaz bir dîn hâline getirdi. Fırka’ya mensûbiyet, katı inanclı olmayı, itâatkârlığı, zor bir hayâta, sıkı çalışmaya, acılara katlanmayı ve tehlikeleri göze almayı peşînen kabûl etmek mânâsına geliyordu. (Quand la révolution éclata, le Parti comptait à peine 30 000 membres, mais tous triés, endoctrinés, éprouvés et dignes de confiance. Nul doute que Lénine, en excluant les vagues idéalistes de gauche, fit du communisme une religion, incompatible avec toute autre foi. Dès le début, l’adhésion au parti supposait une othodoxie rigide, une obéissance implicite, une vie austère et la volonté de supporter le labeur acharné, la souffrance et le danger.) (pp. 360-361) […]
“Lenin’in ölümünü hatırlıyalım: (Qu’on se souvienne de la mort de Lénine:)
‘Naaşı, Kızıl Meydan’da, Kremlin’in duvarlarının yakınında, koyu kırmızı renkli granit bir Anıtkabre konuldu. O esnâda, yedi yüz elli bin kişi, bir teşhîr yatağı üzerine konulmuş naaşını görebilmek için, sıfırın altında 30 dereceye ulaşan bir kutub soğuğu altında, beş sâat, sırada bekledi. (…Ses restes furent déposés dans un mausolée de granit rouge sombre, sur la place Rouge, près des murs du Kremlin. Sept cent cinquante mille personnes demeurèrent alignées, pendant cinq heures, sous un froid arctique de moins 30 degrés, attendant leur tour de passer dans le hall où l’on pouvait voir ses restes sur un lit de parade.)’ (Laidler, op. cit., p. 393.)
“Rus idârecileri, halklarının an’anevî olarak mutlak hükümdârlara gösterdiği hürmeti istismâr etmekden hâlî kalmıyorlardı. Netîce olarak, sırası gelince, Stalin de bir ilâh oldu. (Les dirigeants russes ne manquaient pas d’exploiter la révérence que leur peuple réserve traditionnellement aux autocrates. Il s’ensuivit que Staline devint un dieu à son tour.)
‘Lenin’in, bilhâssa ölümünden sonra, halk tarafından, bir azîz veyâ peygamber mertebesine yükseltildiği görüldü. O, artık, loş türbesinde uyuyan mübârek bir zât gibi, neredeyse Kilisenin azîzleri makâmındaydı. Her yönüyle kendisine tapan işçi, köylü milyonlarca sâlik, her gün onun önünde resm-i geçid yapıyordu. Lenin’in Külliyâtı, tefsîri mümkün, fakat cerhedilmesi yasak bir Kitâb-ı Mukaddes mâhiyeti kazandı ve ölümünü müteâkib, yerinin doldurulamıyacağı husûsunda mutâbık kalındı. Ne var ki yüz altmış milyon insan, herhangi yeni bir şahsıyete ihtirâm göstermek ihtiyâcı içindeydi. Hâl böyle olunca, Cunta içinde, Stalin’in proletaryanın, Bolşevik Fırkası’nın ve Sovyet Devleti’nin Ulu Şefi îlân edilmesinde zımnen mutâbakata varıldı. Akabinde, bütün memlekete onun on binlerce nüsha hâlinde çoğaltılmış büst ve portresi dağıtıldı. Şimdi bunlar, Lenin ve Marx’ınkilerle yan yana görülüyor. (…On vit Lénine, surtout après sa mort, élevé par le peuple au rang de saint ou de prophète, virtuellement canonisé, figure dormante dans le sombre mausolée… adoré à tous égards par les millions de dévots, ouvriers et paysans, qui défilaient chaque jour devant lui. Les œuvres de Lénine devinrent les ‘Écritures saintes’, que l’on peut interpréter, mais qu’il est interdit de réfuter. Après la mort de Lénine, on s’accorda à dire que sa place ne pourrait jamais être remplie. Or, cent soixante millions d’âmes avaient besoin de révérer quelque personnalité nouvelle. Par une entente tacite au sein de la junte, Staline se trouva ‘bombardé’ leader suprême du prolétariat, du Parti et de l’État. En conséquence, on distribua son buste et son portrait à des dizaines de milliers d’exemplaires, et on les voit à présent côte à côte avec ceux de Lénine et de Marx.)’ (Sidney et Beatrice Webb, Soviet Communism: A New Civilization, 2 vol., Londres, 1937, vol. I, p. 438.)
“Mülhid Stalin, Tiflis İlâhiyât Mektebi’nde, müstakbel bir İlâha lâzım olacak terbiyeyi almıştı. O, İlâhı Marx, Îsâ’sı Lenin olan bir Teslîsin üçüncü şahsından ne bekleneceğini biliyordu. Ondan, evvel emirde, hakkâniyet îcâbı, kendinden daha büyük olan dîğer iki İlâhı tebcîl etmesi bekleniyordu. (L’athée Staline avait reçu l’éducation voulue pour un futur dieu au Séminaire de Théologie de Tiflis. Il savait ce qu’on pouvait attendre de la troisième personne d’une Trinité dont le dieu était Marx, et le Christ, Lénine. Tout d’abord, on lui demandait de révérer, comme il était juste, ses aînés les deux autres dieux.)
“Lenin’in ölümünü tâkîb eden Sovyet Kongresi’nde, Stalin, Bolşevik İhtilâli nâmına kudsî vazîfelerinin ne olduğunu şu sözlerle dile getirmişti: ‘Lenin Yoldaş, aramızdan ayrılırken, bize, Proletarya Diktatörlüğünü muhâfaza ve tahkîm vazîfesini mîrâs bırakmıştır. Lenin Yoldaş! Sana yemîn ediyoruz ki senden devraldığımız bu vazîfeyi îfâ etmek için bütün kuvvetimizle seferber olacağız!’ (Au congrès des Soviets qui suivit la mort de Lénine, Staline prononça son vœu sacré au nom de la Révolution: ‘En nous quittant, le camarade Lénine nous a légué le devoir de préserver et de renforcer la dictature du prolétariat. Nous te jurons, camarade Lenine, de ne point épargner nos énergies dans l’exécution de ce tien commandement.’) (Paul Blanshard, Communism, Democracy and Catholic Power, Londres, 1952, p. 70.)
Totaliter rejimlerin “Mâbûd”ları: Stalin, Mao, Mustafa Kemâl…
***
“Bütün dînlerden nefret eden Lenin, ‘kültür ve ilerlemenin binlerce senelik bu düşmanını’ tahkîr ve mahkûm etmişti. Hâlbuki Stalin, mezkûr konuşmasında, Lenin’in ismini, cemâatle yapılan bir duâ havasında anıyor, ona, sanki hâlâ hayâttaymış gibi hitâb ediyordu… Mâmâfih, onun ölmüş Lenin hakkında söylediği şeyler, hayâttaki Stalin’i yüceltme bâbında sarfedilen sözlerin yanında bir hiç kalırdı! Stalin hakkındaki bu kabîl sözlerin dozu giderek artacak ve onun yetmişinci doğum senesi olan 1949’da en yüksek seviyesine ulaşacaktır. (Lénine avait ridiculisé et détesté toute religion, dénoncé ‘cet ennemi millénaire de la culture et du progrès’. Voilà que Staline invoquait son nom dans une manière de prière publique, s’adressant au disparu comme s’il était encore en vie. Pourtant, rien de ce qu’il disait sur Lénine mort ne pouvait approcher ce qu’on allait dire de Staline vivant, dans un crescendo d’adulations qui devait atteindre au fortissimo en 1949, date de son soixante-dixième anniversaire.) […]
“İlâhlaştırma esâslı bir reklam kampanyasıyle başlıyor. (La déification commence par une bonne publicité.)