Bugün sizlerle sivil toplum ve sendikacılık hakkında konuşalım. Bilindiği gibi Türk ekonomisine ilk büyük darbe 1946 yılında yapıldı. O yıl yüzde 110’luk ilk devalüasyonla birlikte liberalizme dümen kırıldı.
Sonra IMF’i, Dünya Bankası, NATO’su derken hala belimizi doğrultamıyoruz.
Sonra Amerika ülkedeki sendikacılığa el attı. Sait Yılmaz ve İsmail Alagöz’ün kaleme aldığı “CIA ve Ortadoğu ”adlı kitapta anlatılanlara göre; Amerika’nın Türk sendikacılığına el atması 1951 yılında, Türk-İş’in kurulması öncesi AFL’den CIA adına çalışan ve daha sonra AFL-CIO’nun uluslararası ilişkiler genel müdürü olan Irwing Brown’un Türkiye’ye gelmesiyle başlıyor.
ABD, Türkiye’deki sendikalar ile ilişkisini 1968 yılına kadar AID, bu tarihten sonra da Amerika Hür Çalışma Enstitüsü aracılılığıyla yürüttü. Bu stratejinin arkasındaki isimler de D. Rockefeller ve Peter Grace idi.
Diğer taraftan bu strateji bazı sendikacıların Amerika’ya götürülüp orada eğitilmesini de kapsıyordu. Hikâye uzun, sonra bunların devrimci, emekten yana vs. oldukları söylendi fakat arka planda sermaye ile ağabey-kardeş ilişkisi yaşadılar.
Aslında ülkedeki sendikacılığın 1870'e kadar uzanan bir mazisi var. Doğal olarak tek parti döneminde sendikacılık yasaklanıyor.
1938 yılında kabul edilen Cemiyetler Kanunu, sınıf esasına dayalı örgüt kurulmasını yasaklıyordu. Bu tür örgütler kurmanın cezası bir seneye kadar hapisti.
Durum böyle olunca 1 Mayıs'ın 'Bahar ve Çiçek Bayramı' olarak ilan edilmesinden daha doğal ne olabilirdi ki?!
Ancak yukarıda bahsettiğimiz konu bundan daha vahim ve trajik. Darbe dönemlerinde özellikle 28 Şubat'ta sendikaların durumunu gördünüz… Genellikle darbeleri ve yasakları savunan bu tip bir sendikacılığın işçilerin ve memurların hak ve hukukunu savunacağını kim iddia edebilir?
Bir vakit sonra ülkemiz sendikacılığa bodoslama bir giriş yaptı. Ülkede hemen her siyasi parti kendi sendikasını kurdu. Ve partiler hala sendikalarla "arka bahçe" ilişkisi yaşamayı kendileri için bir kazanım saymaktan vazgeçemediler.
Hal böyle olunca Türkiye'de kendine özgü bağımsız bir sendikal anlayış tam anlamıyla üretilemedi. Çünkü Türkiye’de böyle bir kültür yok. Her sendika kendi siyasi partisinin güdümünde iş tutmayı daha makul görüyor.
Başlangıçta dini, ırkı, rengi fark etmeksizin ezilen emekçiler için başlatılan örgütlü mücadele, kapitalist baronların devreye girmesiyle bugün farklı bir amaca hizmet etmeye başladı.
Oysa sendikaları sendika yapan ve onları kitle örgütü kılan ana unsur, en başta güçlü örgütlü ve bağımsız olmalarıdır.
Bugün bildiğim kadarıyla özellikle memur sendikalarının grev hakkı yok. Çünkü 12 Eylül Anayasası memur sendikalarının grev ve toplu sözleşme haklarını yasaklıyor.
Oysa sendikalar işverene karşı çalışanlar adına elinde yasalarla belirlenmiş ve teminat altına alınmış yaptırım gücüne olan taraf bir örgüttür. Yani normalde öyle olmalıdır.
Dahası sermayenin, kapitalizmin, tek pazarın, küresel tuzakların, haksızlığın, hukuksuzluğun ve antidemokratik tutumların önündeki en büyük engel sendikalardır.
Sendikaların etkisizleştirildiği, bağımsızlık ruhunun köreltildiği bir toplumsal ilişkide paranın ve gücün küresel imparatorluğuna karşı çalışanların haklarını kim koruyacak?
Eğer sahici anlamda bir sivil toplum ve sendikacılık kültürü oluşmuş olsa, kuruluş ilke ve amaçlarına sıkı sıkıya bağlı kalarak, gücünü sadece üyelerinden alan bir kararlılıkla mücadele ederlerdi.
Oysa bugün sendika aidatlarını bile iktidarın ödediği bir ortamda bırakınız “grev hakkını” elde etme, gerçek anlamda hak hukuk bile talep edemez hale geldiler.
Küreselciler "özgürlük" kavramını yeniden tanımladılar. Özgürlük onlara göre, toplumun küreselcilerin istediği her şeyi tam olarak yapma hakkıdır. E, tiranlığın adına da “demokrasi” koyduklarına göre biz nelerden bahsediyoruz?