Ortadoğu, tarihinin en kritik kavşaklarından birinde duruyor. Gazze'de yaşananlar, artık sadece bir insani kriz olmaktan çıkmış, tüm bölgenin istikrarını, küresel güç dengelerini ve uluslararası hukukun itibarını sınayan bir vekaletler savaşına dönüşmüştür. Bir uzman gözüyle baktığımızda, sahadaki vahşetin ardında, çözümü imkânsız kılan derin ve yapısal engeller olduğunu görüyoruz. Ancak aynı zamanda, bu karanlık tablonun içinde, bölgesel refah için yeni bir yol haritası çizebilecek umut ışıkları da beliriyor.

Çözüm arayışlarının önündeki en büyük engel, şüphesiz uluslararası sistemin felç olmuş halidir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ABD'nin koruyucu kalkanı haline gelen veto gücüyle işlevsiz kalmıştır. Bu tıkanıklıkta, Rusya ve Çin gibi aktörlerin Batı ile yaşadığı jeopolitik rekabetin de payı büyüktür; bu durum, Konsey'in ortak bir iradeyle hareket etmesini engellemektedir. Uluslararası Adalet Divanı'nın "saldırıları durdurma" yönündeki dönüm noktası niteliğindeki kararı dahi, yaptırım uygulayacak küresel bir güç mekanizması olmadığından, İsrail'in sahadaki katliamlarını durdurmaya yetmemiştir. Bu durum, hukukun gücünün değil, gücün hukukunun işlediği acı gerçeğini yüzümüze vurmaktadır.

İkinci engel, sahadaki insani ablukanın bizzat kendisidir. Gazze'nin hayatta kalması için günde en az 500-600 kamyon yardıma ihtiyaç duyulurken, İsrail'in izin verdiği sınırlı geçişler, BM'nin ifadesiyle "denizde bir damla" kalmaktadır. Daha da acısı, bu yardımı bekleyen umutsuz sivillerin sistematik olarak hedef alınmasıdır; yardım kuyrukları adeta birer ölüm tarlasına dönmüş, binlerce insan bir lokma ekmek uğruna can vermiştir. Bu, açlığın bir savaş silahı olarak kullanıldığı, insanlık onurunun ayaklar altına alındığı bir stratejidir.

Üçüncü olarak, Batılı ülkelerin sergilediği çifte standart, bu krizi derinleştirmektedir. İspanya, İrlanda gibi bazı Avrupa ülkeleri Filistin devletini tanıyarak vicdani bir duruş sergilese de, Almanya ve ABD gibi aktörler, BM'nin "soykırım" uyarılarına rağmen İsrail'in savaş makinesine askeri ve ekonomik destek sağlamayı sürdürmektedir. Bu tutarsızlık, Batı'nın ahlaki üstünlük iddiasını temelden sarsmaktadır.

Son olarak, İsrail'in on yıllardır sürdürdüğü nüfus transferi ve toprağa el koyma üzerine kurulu yerleşimci sömürge politikası, iki devletli çözümün altını oyan en temel sorundur. Gazze Şehri'ni işgal ve bir milyon insanı zorla göç ettirme planı, Batı Şeria'da 700 bini aşkın yerleşimciyle devam eden toprak gaspının ve yerleşimci şiddetinin kanlı bir devamıdır. Bu strateji, barış umudunu her gün biraz daha yok etmektedir.

Ancak bu umutsuz tablo, hikâyenin tamamı değildir. Batı bloğu içindeki çatlaklar, İspanya ve İrlanda gibi ülkelerin diplomatik isyanıyla büyüyor ve bu çifte standartlı düzeni sorguluyor. İsrail içinde B'Tselem gibi ahlaki duruş sergileyen insan hakları örgütleri, kendi hükümetlerini "soykırım yapmakla" suçlayarak uluslararası hukuka paha biçilmez kanıtlar sunuyor. Londra'dan İstanbul'a, dünya sokakları ve üniversite kampüsleri, kitlesel protestolar ve boykot hareketleriyle siyasi iradeyi zorluyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin İsrailli yetkililer hakkında soruşturma başlatması ise "cezasızlık" zırhını çatlatan tarihi bir adımdır.

Peki, bu karmaşık denklemde bölgenin refahı için ne yapılabilir? Çözüm, tek bir sihirli formülde değil, üç katmanlı ve sürdürülebilir bir eylem planında yatmaktadır.

Öncelikle, yerel ve küresel baskı ağları örülmelidir. Üniversitelerdeki boykot hareketleri, sıradan tüketicinin direncine dönüştürülmeli; belediyeler ve sivil toplum kuruluşları, İsrail'in savaş suçlarına ortak olan şirketleri ifşa ederek ekonomik bedel ödetmelidir. Bu boykotların sembolik etkisinin ötesine geçmesi, ABD ve AB desteği sürerken zor olsa da, siyasi bir baskı unsuru olarak vazgeçilmezdir.

İkinci olarak, hukuki mücadele küreselleştirilmelidir. İspanya'nın yaptığı gibi, daha fazla ülke uluslararası mahkemelerde İsrail'e karşı açılan davalara müdahil olmalı , BM'nin "soykırım riski" raporları ulusal meclislerde acil gündem maddesi haline getirilmelidir. Adalet arayışı, siyasi bir koz olarak masada tutulmalıdır.

Son ve en somut adım ise yaşam hakkını gözeten köprülerin doğrudan kurulmasıdır. Uluslararası sistemin tıkanıklığını aşmak için Türkiye ve Mısır gibi bölge ülkeleri, Arap Birliği ve Afrika Birliği gibi bölgesel kurumların siyasi desteğini alarak kendi bağımsız insani koridorlarını açma inisiyatifini almalıdır. Bu, İsrail'in hava ve deniz sahası kontrolü nedeniyle askeri riskler barındıran cesur bir adımdır. Ancak Kızılay ve benzeri kuruluşların Mısır sınırında kuracağı lojistik üsler, bu riskler yönetilerek, yardımların doğrudan ve aracısız bir şekilde mazlumlara ulaşmasını sağlayabilir.

Gazze'deki kriz, siyasi iradesizlikten beslenen bir insanlık suçudur. Ancak tarih, apartheid rejiminin çöküşünde olduğu gibi, en aşılmaz görünen duvarların bile toplumsal ve hukuki mücadeleyle yıkılabileceğini göstermiştir. Önerilen bu yol haritası, ancak eyleme döküldüğünde bir anlam kazanabilir. Zira tarih, duranların değil, o ilk adımı atarak yürüyenlerin yanında olacaktır.

Dünya, Gazze'de çöp yığınları arasında karaborsada tane ile satılan bisküviyi gören insanlığın utancını, artık istatistiklerle değil, kararlı bir eylemle temizlemelidir.